13 Kasım 1918’den beri İtilaf Devletlerinin kontrolü altında bulunan yani fiilen aslında işgal edilmiş olan İstanbul, resmi olarak işgal edilmiş değildi.
Evet biliyorum bu pek de anlaşılabilir bir durum değildir. Yani düşmanın yirmi kadar savaş gemisi toplarını Dolmabahçe Sarayına çevirmiş vaziyette, İstanbul Boğazından Karadeniz’e açılmak için bu şerefsizlerden vize almak zorundasın, İstanbul’un her semtinde bu namussuzların askerlerinin pis suratları ile karşılaşıyorsun ama bu resmi bir işgal değil (!) çünkü kağıt üzerinde İstanbul’un resmen işgal edildiğine dair bir ifade, bir imza yok.
Neyse efendim... 30 Ekim 1918’de İmzaladığımız Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Anadolu’muzda yer yer işgaller başlayınca bu işgallere karşı direnişler de başladı doğal olarak ve Milli mücadelenin ilk kurşunu Hatay-Dortyol'da Fransızlara karşı sıkıldı.
Ancak Türk Milleti olarak insanımızı en çok üzen işgal 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali oldu. Zira Yunanlılarla bir savaşımız olmamıştı. Ona karşı bir mağlubiyetimiz söz konusu değildi ama yine de İzmir Yunanistan’a verilmişti.
Devletin payitahtı - resmen olmasa da - işgal edilirken gıkı çıkmayan millet İzmir işgal edilince parladı.
Evet gerçekten de ilginçtir: İstanbul’un işgaline karşı yapılanlar bir iki protesto mitinginden ileri gidemezken, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilirken en azından düşmana kurşun sıkan bir kahraman çıkmıştı. ( Bu kahraman bazı kaynaklara göre Hasan Tahsin ( Asıl adıyla Osman Nevres ) bazı kaynaklara göre de Saatçi Aziz Efendi adında bir zattır.)
İstanbul İşgal edilirken sesi çıkan bir din adamına şahit olunmazken, İzmir’in İşgalinden hemen sonra Denizli Müftüsü Hulusi Efendi ‘’Ak sakalım kızıl kana boyanmadıkça düşman Denizli’ye giremez.’’ Diyordu.
Gerçekten de İstanbul’un bu resmi olmayan ama fiili işgaline karşı halk kayıtsız kalmıştı adeta. Şehrin işgali sanki hiç ilgilendirmiyordu haklı.
Zamanın gazetelerine baktığımızda bunun bir kaç sebebi olduğunu görüyoruz:
1- Halkın bir kısmı ‘’Bütün bu musibetler Abdülhamit’in kıymetini bilmediğimiz için başımıza geldi. Biz buna layğız.’’ Diyerek garip bir kadercilik benimsemişlerdi.
2- Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında öylesine bir toplumsal bozulma yaşanmıştı ki İstanbul İşgal altındayken işgalcilere karşı direnmek yerine onlarla birlikte eğlenip gününü gün ediyordu bazı Türklükten nasibini almamış alçaklar.
3- İstanbul’da artık Ermeni, Rum ve Yahudi gibi azınlıkların ( Ki artık öyle çok da azınlık sayılmazlardı. Zira İstanbul’u doldurmaya başlamışlardı.) sesleri daha çok çıktığı için Türklerin cılız da olsa çıkarttıkları sesler duyulmuyordu.
4-Millet, eğer direnirlerse İtilaf devletlerinin İstanbul’u resmen işgal edeceklerinden çekiniyorlardı. Yani daha ağır bir işgalden korkuyorlardı.
İşte bu birinci işgal yani resmi değil ama fiili olan işgal 16 Mart 1920’ye kadar sürdü.
16 Mart 1920’ye kadar geçen süre içinde ise Mustafa Kemal Samsun’a çıkmıştı. Havza Kongeresi, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongeresi, Sivas Kongresi gibi kongreler yapılmış ve özetle ‘’ VATAN BİR BÜTÜNDÜR BÖLÜNEMEZ’’ Kararı alınmıştı.
Bütün bu olanlar İtilaf Devletlerinin beklemediği bir şeydi ama yine de işin doğrusu Mustafa Kemal ve Kuvay-i Milliyeyi öyle çok da ciddiye aldıkları söylenemezdi her ne kadar karşı önlemler almaya çalışıp baltalamak isteseler de...
Mustafa Kemal ve Kuvay-i Milliyeciler neticede bir avuç maceraperestti(!) ateş olsalar cürümleri kadar yer yakabilirlerdi. Türkler, yanlarında Almanya, Avusturya ve Bulgaristan varken yenilmişlerdi de şimdi tek başlarına mı başarılı olacaklardı? Öte taraftan İstanbul’daki hükumet ile Mustafa Kemal ve Kuvay-i Milliyeciler ayrı telden çalıyorlardı.
Evet... İşgalcilerin özellikle de İngiltere’nin en çok yanıldığı nokta İstanbul Hükumeti ile Mustafa Kemal ve Kuvay-i Milliyenin ayrın telden çaldıklarına çok inanmalarıydı. Görüntü de gerçekten böyleydi ki Damat Ferit Paşa gerçekten de tam olarak İşgalcilerin arayıp da bulamadığı bir sadrazamdı. Ama habire gidip geliyordu.
İşte o sebeple 28 Ocak 1920’de son kez toplanacak olan Osmanlı Parlamentosundan çıkacak kararın kayıtsız şartsız teslim olacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.
Yani artık I. Dünya Savaşını 1920 Yılına kadar sürdürmüş olan Osmanlı Devleti ve hatta ‘’ Vatan bir bütündür bölünmez.’’ Diyen Mustafa Kemal bile savaşmanın boş çaba olduğunu anlamışlar ve makul bir barış için aralarında görüşeceklerdi parlamentoda. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in de parlamentoya temsilci göndermesine ses çıkarmadılar. Ama parlamento 28 Ocak 1920’de İtilaf Devletlerinin hiç beklemediği kararlar aldı.
Bir kez daha belirtelim: Osmanlı Parlamentosunda alındı kararlar ve o kararlara ‘’ MİSAK- MİLLİ ‘’ Dendi. Parlamentonun tamamı ‘’ MİLLİ YEMİN’’ anlamındaki bu belgeye eksikisiz imza koydu ve hep birlikte haykırdılar: ‘’ VATAN BİR BÜTÜNDÜR BÖLÜNMEZ. ‘’
Daha iyi anlaşılsın diye bir kez daha tekrarlıyorum:
Misak-ı Milli Kararları Osmanlı Devleti’nin parlamentosundan çıktı. Gerek Mustafa Kemal’in Ankara’dan gönderdiği temsilciler gerekse Osmanlı Hükumetinin mevcut parlamento üyeleri yani milletvekillerinin tamamı eksiksiz firesiz Misak-ı Milli metninin altına imza attılar.
İşte bu, işgalcilerin hiç beklemedikleri bir şeydi. Çünkü en azından Kuvay-i Milliye karşıtı zannettekleri Osmanlı hükumeti de Kuvay-i Milliyeciler ile bir olmuş ‘’ Vatan bir bütündür bölünmez.’’ Diyor, Türk Milleti için yepyeni bir vatanın sınırlarını çiziyorlardı.
İlk şoku atlattıktan sonra ne yapacaklarını düşündüler bu baş kaldırıya karşı. Evet İstanbul’da 20-30 Bin civarında İtilaf Devletleri askeri vardı ama bu başkaldırıya karşı bu kadar asker yetersiz olabilirdi. O sebeple İstanbul’a asker yığmaya başladılar ve 200.000 civarında asker yığdıktan sonradır ki 16 Mart 1920’de cesaret edip harekete geçtiler. Fiilen zaten işgal altında olan İstanbul’u bu sefer resmen işgal ediyorlardı.
16 Mart 1920’de henüz sabah ezanı okunmadan İstanbul’un Şehzadebaşı semti silah sesleriyle uyandı.
İngiliz Askerleri Sehzadebaşındaki 10. Kafkas Fırkasına geldi ve sorgusuz sualsiz dört eri şehit ettiler. ( Onbaşı Velioğlu Mehmed, Çavuş İbişoğlu Abdullah, Kadiroğlu Ömer Osman ve Ahmedoğlu Nasuh. )
İşgal, Şehzadebaşındaki 10 Kafkas Fırkasına yapılan saldırı ve katliamla başlamıştı çünkü bu fırkanın asker ve subaylarının Milli mücadele yanlısı Karakol Cemiyeti mensupları olduğu düşünülüyordu.
Aynı gün saat 10.00 gibi 200 Civarında İngiliz askeri, Harbiye Nazırlığına geldi ve Harbiye Nazırı Fevzi Paşa’nın( Çakmak) kafasına silahı dayayıp derhal makamı terk etmesi istendi.
Fevzi Paşa, Ermeni ve Rumların ağır hakaretleri ve yuhalamaları altında Bab-Âli’ye doğru giderken İşgalciler Beşiktaş, Üsküdar, Beyoğlu gibi önemli ilçeleri işgal ettiler.
Bu arada Beyoğlu Telgrafhanesi başta olmak üzere tüm stratejik haberleşme noktaları da işgal edildi.
Nihayet Sultanahmet semtine gelip tam Ayasofya’nın önüne tank yerleştirerek İstanbul’u resmen işgal ettiklerini adeta herkesin gözünün içine soktular.
Ancak garip bir durum söz konuydu: İngilizler büyük bir direniş bekliyorlardı ama İstanbul’da işgale karşı kılını kıpırdatan yoktu. Öyle ki Amiral Robeck, Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta ‘’ Türk Halkı şimdilik iyi hareket ediyor.’’ Diyordu. Yani İşgalcilerin canını sıkacak bir şey yapmıyordu Türk Halkı.
Aynı durum İtalyanların da gözlerinden kaçmamış ve İstanbul’un İşgalinin büyük bir karışıklık çıkaracağını beklerlerken hiç bir direniş görmemiş olmaları onları da fazlasıyla şaşırtmıştı.
Basın bile sanki 600 Yıllık Osmanlı Devleti’nin başkenti- Hilafet merkezi işgal edilmiyor da İtilaf Devletleri askerleri şehirde resmi geçit yapıyorlarmış gibi kayıtsızdı olaylara.
İstanbul’un İşgalini haber yapan Yunus Nadi ‘’ Bu İşgal geçici olabilir.’’ Derken korkusuzca bu güne ‘’ Kara Bir Gün’’ diyebilen tek gazeteci Süleyman Nazif idi.
....
Evet bitmedi. Devam edeceğiz daha...
( Kara Bir Gün---1. Bölüm--- başlıklı yazı Sami Biber tarafından 16.03.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu