Çocukken nasıl, kimden öğrendiğimi yetesiye
ansımıyorum kumbara nedir, neye yarar diye? Evimiz köye yürüme üççeyrek saat
uzaktı. Annemle köy merkezine öğretmen dayımları gitmiştik. Dayımın evi bizim
evimize göre çok daha düzgün, pırıl pırıldı. Odanın birinde, köşedeki masanın
üzerinde tıpkı tavşan gibi bir oyuncak vardı. Utanarak tavşanı elime alıp sağa
sola hareket ettirince tavşanın içinden madeni olduğu anlaşılan tıngırtılar
geldi.
Dayım,
oyuncak zannettiğim tavşanın kumbara olduğunu ve kumbaranın işlevini anlattı.
Köy çocuğu utanmak ruhuma işlemiş. Anavatanım çocukluk yıllarımda çocukların
büyüklerin yanında soru sorulmadan konuşması ayıplanırdı. Kumbarayı çok sevdim.
Öyle güzel bir kumbaram olmasını ne kadar çok istedim iç sesimle. Dayımın o
harikulade oyuncağı isteyecek cesaretim yoktu. Kendi çocukları vardı. Kumbaraya
onlarındı.
Eve dönerken anneme bana kumbara almasını,
bulmasını istedim. Annem edindiği lastik ayakkabıcıların yapıştırıcılarının
konduğu tenekeden küçücük bir solüsyon kutucuğun kapağını delerek bana kumbara
yaptı. Kumbaraya para atma işlevini de yine annem öğretti. Evimizi ziyaret eden
misafirlerin önüne koyardım kumbaramı. Biriken paraları elbette anneme
veriyordum.
Kumbara
bir tasarruf aracıydı ülkemizde. Okula başladığım yıllarda benim gibi
arkadaşlarımın da kumbarası vardı. İlerleyen yıllarda bazı bankaların
müşterilerine gayet süslü kumbaralar verdiği bilinir. Böylece çocukların
ellerine geçen paraları kolayca çarçur edip harcamalarından öte kumbaralarında
biriktirip daha sonra bu paraları gerekli yerlere kullanmaları teşvik edilirdi.
Bizler tutumlu olmanın pratiğini yaşayarak öğrendik.
Tutumlu
olmak eğitimi sadece kumbarada para biriktirmekle edinilmez elbet. Evde anne-baba,
okulda öğretmenlerimiz eşyalarımızı dikkatli kullanmayı salık verirlerdi.
Öğretmenimiz malımızı, eşyalarımızı, güç ve kuvvetimizi ve de zamanımızı gelişi
güzel değil yerli yerinde kullanmaya tutumlu olmak diye sık sık hatırlatırdı.
Kitaplarımızı özenle kullanır çimento kâğıtlarıyla kaplardık. Ve bir üst sınıfa
geçince kitaplarımızı arkadaşlara pazarlardık.
Ekonomik
koşullar bizi tutumlu olmaya zorlardı. Köy çocukları olarak birbirilerimizden
farkımız yoktu. İlkokul ve ortaokul yıllarında abartısız lastik ayakkabı
giyerdik. Ve tek bir pantolon ve de ceketimiz vardı. İki takım elbisesi olan
yoktu dersem abartı değil.
Altmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda kırsal
kesimde yaşantı üç aşağı beş yukarı betimlemeye çalıştığım gibiydi. Yoksulluğun
da zorunlu kıldığı nedenle halkımız tutumlu yaşamayı benimsemişti.
Daha
sonra köyler kısa sürede boşaldı. Göçler başladı. Ulus olarak Orta Asya’dan
başlayan göçler sonucu bir türlü yetesiye yerleşik hayata geçemedik. Geçim sıkıntısı,
şehrin büyüsü… insanımızı köylerden kopardı. Büyük kentler bile göçü kesmedi.
Avrupa, Amerika, ta Avusturalya’ya gidenlerimiz oldu. Ve her şey bozuldu yıl
yıl.
Benim de 6 yıllık Almanya’da bakanlık
öğretmeni olarak çalışmamda göçlerin etkisi oldu elbet. Göçmen işçilerimizin çocuklarına
öğretmenlik yaptım. Yurtdışında çalışan öğretmenlerin bir misyonu da
çalıştıkları kalkınmış ülkelerde gözlemledikleri olumlu olay ve durumları geri
döndüklerinde meslektaşlarına ve yurttaşlarına paylaşmaktır. Bu bağlamda üzgün
olduğumu belirtmeliyim. Almanların gittikleri yönün tamamen zıt yönde ilerliyoruz
yaklaşımım yanlış anlaşılmasın. Örnekleyeyim:
Yeni
bir seçimin arifesindeyiz. İki gün önce ikamet ettiğim Derince ’den İzmit’in
doğusunda Şehir Hastahanesine halk otobüs ile bir saat gidiş, bir saat dönüş
yolculuğu yaptım. Yolun her iki yakasında ilan tahtaları, binaların yoldan
gözüken cepheleri, daha başka kısımlar boy boy partilerimiz afişleriyle süslenmiş
(!) Partilerimizce kiralanmış taşıtlar, adayların fotoğraflarıyla bezeli
şehirlerde tur atıyorlar. Parti binaları parti amblemli bayraklarla
donatılmıştı…
Almanya’da
çalıştığım 6 yıl boyunca seçimlere tanık oldum. Ülkemizdeki kocaman ilan
tahtalarına yerleştirilen fotoğrafların çeyreğinin çeyreği büyüklüğünde Alman
siyasilerinin fotoğraflı reklamlarından büyük ebatla ilan görmedim. İstanbul’u
görmüştüm bir önceki mahalli seçim öncesi. Kentin her köşesini adayların
fotoğrafları ve yazılı pankartlarla doluydu. Aynı çılgın uygulama yurt tüm sathında
sürdürülüyor.
Balık baştan
kokar. Ülkemizde israf aldı başını gidiyor. Ya makam araçlarına ne demeli? Ülkemizdeki
makam araçları adedi İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya gibi kalkınmış
ülkelerdeki makam araçlarının adedinden katlarca fazla.
Arama motoruna
baktım, Almanya’da kişi başına düşen milli gelir: 46. 182 Dolar, İtalya’da:
33.300 Dolar… Türkiye’de 10.655 Dolar. Evet, kalkınmış ülkeler bunlar. Örneğin bir
Alman yurttaşı bir Türk yurttaşından düz hesap dört kez varlıklı.
Demek ki,
yaşayışımızda bir sıkıntı var. Nedir sıkıntı? Aşırı tüketim toplumu olduk. Bir Alman
yurttaşının evinde hangi, beyaz eşya, kapısının önünde arabası varsa bizde de
var çoğunlukta. Artı bizdeki makam araçları, yöneticilerimizin çalışma
odalarının lüksü batıda yok. Bizim hesapsızca, bol keseden çılgınca harcama
yapma lüksümüz olmamalı.
Ezcümle
enflasyon kontrol edilemiyorsa, on bin lira ile yaşamak zorunda kalan
emeklilerin ücretlerini iyileştirmeye kaynak bulamıyorsa bir an önce seçimlere
harcanan kaynakları en aza evet en aza indirmek, makam aracı sayılarını Avrupa ülkeleri
seviyesinin de altına düşürmek yaşamımızın olmazsa olmazları arasına katmak
zorundayız. Ve ülkede tutumlu olma seferberliği ilan edip başta atanan ve
seçilen yöneticilerimiz olmak kaydıyla ve tüm halkımızca tutumlu, üretici olma
anlayışını içselleştirmeliyiz. Bu güzel topraklarda ölçülü yaşamayı
beceremediğimiz oranda her şey için çok yazık…