
İlkokul
dördüncü sınıf öğrencisiyim. Mevsim ilkbahar, nisanın sonlarındayız. Güneş
altın ışıklarıyla doğamızı iyice ısıtıyordu artık. Doğu Karadeniz sıra
dağlarının hemen eteklerinde kurulmuş dağ köyü özelliklerini eksiklik taşıyan
köyümüzde de çayırlar yeşerdi yetesiye.
Çayır
ve kırlarda koyunlar yayılıyor nazlı nazlı. Kuzular zıplıyor ara ara koşup
annelerini emiyorlar. Midelerine süt inmesi kuyruklarını titretmelerinden
belli. Önce evler arasındaki bahçelerde erik ağaçları çiçek açtı. Ormanların
kıyılarındaki kızılcıklar çiçeklerle bezenmekte sırayı hiçbir ağaca
kaptırmazlar.
Erkenden
çiçek açmalarıyla ilgili bir hikâyecik anlatılır kızılcıklarla ilgili. Rumi
takvime göre mart dokuzunda ayı kış uykusundan uyanıp biricik konutu mağarasından
çıkar. Aç, biaç dolaşmaktadır ormanın içlerinde. Çiçek açmış bir kızılcık ağacı
görür. Sevinerek ağacın altında beklemeye başlar. Erkenden çiçeğe duran
kızılcık erkenden meyve verir. Ben de olgunlaşacak meyveden nasiplenirim
düşleri kurmaktadır ayı aklıyla. Aradan günler aylar geçer kızılcıkta meyveden
yana bir belirti gözükmez. Kafasının tası atan aç ayı. Son bir gayretle ağacın
dallarını acımadan kırıp geçirir…
Biz
dönelim okul paydosuna. Beşinci ders bittiğini çalan zilin sesiyle anladık.
Kitaplarımı toplayıp dayımın çaktığı ağaç çantamı kaptığım gibi okulun
yakınında ekin koşan (tarla süren) babamların yanına koştum. Çantamı bırakıp üç
çift öküzün dizili olduğu sıradaki en önceki öküzlerin boyunduruğuna tırmandım,
oturdum. Ayaklarımı da sanda koyup hayvanları sürmeye başladım. Babam kotan (pulluk) tutuyor, amcalarım
öküzlere “ho ho” diyerek Kadıyoran adlı köyün ortasındaki bizim tarlayı
sürüyorlardı.
Sergiciler
ve Kokriler (Yeniler) mahallesine giden öğrenciler ki, çoğu sınıf arkadaşımdı.
Tam yanımızdan geçiyorlardı. Nasıl olduysa fark edemedim, Hoca’nın, “Sırt üstü
düştüm fakat ayı kuyudan çıkardım.” Örneği ben de güneşi tam tepemde gördüm.” Arkadaşlarım güldüler acemi halime. Oysa başka
zaman boyunduruktan yere düştüğümü anımsamam. Boyunduruktan düşen çocuklar için
şöyle bir rivayet dolaşırdı. Büyüklerimiz, “Yere düşünce hemen toprağı avuçla
muhakkak bir çakı bulursun.” Derlerdi.
Toprağı avuçladım lakin ellerimde sadece kuru topraklar vardı.
İlkokul
yıllarımda, Çarşamba ve cumartesi günleri öğleden sonra ders yapılmazdı. Söz
açılmışken söyleyeyim cumartesi günleri de öğleye kadar ders yapardık. Ders
yapılmadığı iki öğleden sonraki zamanlarda ve pazar günleri ekin koşulduğu
ortalama 3-4 hafta, bir ay süresince biz öğrencilerin tarlalarda boyunduruk
üstünde geçerdi zamanımız.
Nisanın
ortalarında karlar erir tarlalar kururdu. Ortalama altı ay süren uzun kışlardan
sonra tarlaları sürme ile başlardı köyümüzde işler. Tarlalar köyümüzde
ilkbaharda sürülür ve ekim yapılırdı. Oysa komşu Yavuz Köyü’nde sonbaharda ekim
yapıldığını anımsıyorum.
Genelde
amcalarımla mödgam (ortaklık) olurdu babam. Üç aile, üç çift öküz… Ortaklık
oluşturulunca önce babama haber ulaştırılır sant hazırlığı için çağrı
yapılırdı. Bizim evimiz amcamların evlerinden hayli uzaktı.
Üç erkek meşe ağaçlarından sant bükmek için
bilek kalınlığındaki biraz daha kalın fidan keserlerdi. Fidanlar bükülüp yedi
sekiz metre uzunluğunda yöresel adı sant olan halat biçiminde bir araç elde
edilirdi. Sant aralıklarla öküzlerin
boyunduruğuna bağlanır bir ucuna pulluğa takılırdı. Böylece tarla sürecek
materyal hazırlanmış olurdu. Aynı hazırlığı köyde bütün aileler bil fiil yaparlar.
Daha
güneş doğmadan aile büyükleri öküzleri besler, su içmeleri sağlanır. Sürülmeye
en uygun tarlanın başına varılır. Amcalarım ve babam değişmeli olarak pulluğu
tutar. Tarlanın düzgünce akoslar (pulluğun açtığı uzunlamasına kanal-ark)
şaşmadan sürme işi devam eder.
Kız-erkek
fark etmez çocuklar boyunduruğa oturur, ayaklarımızı sandı üstüne koyardık.
Öküzlerin birisini akos boyunca diğeri sürülecek kısımda düzgün yürütmek
esastı. Hayvan akostan azıcık çıkınca büyükler zeda zeda diye ünler bizlerde
gerekeni yapardık çabucak.
Köylerde
büyükler ne kadar Adem baba usulü toprakla adeta güreş yaparak çalışırken biz
köy çocukları da çalışmak zorundaydık. Tarla sürerken, yaz boyu koyun-keçi
gütmek bizlerin işiydi. Okula gitmek düğün bayramdı. Ancak okulda oyun oynamaya
zaman bulurduk kıt kanaat.
Köyde
hayat güneş doğmadan başlar. Uykunun kollarında sıcacık yataktan kalkmak ne
kadar zordu. Erken kalkanın rızkı bol olur denirdi. Bizlerde istemeyerek de
olsa gözlerimizi ovuşturup, sallana sallana giyinip, soğuk suyu yüzümüze
çarpardık. Kahvaltı yapılmaz. Kuşluk vaktine yakın sabah yemeği getirilirdi
anne ya da ablalarımız tarafından. Öğleyin de mola verilir. Samanlıklardan
getirilen otu öküzler yerken bizlerde öğle yemeği yerdik. Yine evlerden
getirilirdi öğle yemekleri de.
Sürülen
tarlaya genelde büyük amcam tohum ekerdi. Avuçladığı tahılları ustalık isteyen
bir beceriyle tarlaya serpi serpi verirdi. Bu minval üzerine çalışılarak ekim
işleri mayıs ortalarına kadar sürer. 20-25 gün içinde köylü ekim işini bitirir,
tüm tarlalar siyah toprak rengiyle köye ayrı bir güzellik katardı. İlk ekilen
buğday, arpalar kısa sürede kara tarlaları yeşile bezerdi. Daha sonra ekinler
yükselir tarlalardaki yeşillik çayırların yeşiline nazire yaparcasına daha da
göz alıcı bir hal alırdı.
Bizim
evimiz köye birazcık uzak, dağların hemen yamaçlarına yakındı. Bu nedenle ekin
işimizi en sonlarda bitirenlerden olurduk. Nisan sonu yaklaşmış havalar iyice
ısınmıştı. Tapuda Çitisat olarak kayıtlara geçen tarlamızın sürülüp iş
bittiğinde güneş çoktan batmış, güneşin son kızıllığı da kayboluyordu. Parça
parça bulutlar gökyüzünün mavi yüzünü griye boyuyordu. Amcamlar öküzlerini
önlerine katıp evlerine yönelirken ben de babamla evimize doğru yürüyorduk.
Önümüzde çayırlar vardı geçeceğimiz.
İlkbaharda
yapılan en önemli olan ekin koşma işini bitirmenin mutluluğu vardı içimde.
Serin bir rüzgâr yüzümü okşarken çukurlarda birikmiş küçücük gölcüklerde
kurbağaların viyaklaması doğanın eşsiz müziğini daha da şenlendiriyordu. Babam
da bereketli bir hasat mevsimi geçirmemizin hayallerini kuruyordu muhakkak…