Önsöz
Bir yerlerde, bir şey fısıldıyor. Sessiz, ama derinden gelen
bir ses; sözcüklerle dolu. Hissediyorum sadece. Gecenin
koynunda, ya da belki günün ilk ışıklarıyla, bir gölge gibi süzülüyor yanından.
Dokunuyor, ama tenimde bir iz bırakıyor; soğuk mu, sıcak mı, karar
veremiyorum. Kalbim, o fısıltıyı duyduğunda bir an duraksıyor, sonra
hızlanıyor. Sanki bir şey hatırlatılmak isteniyor, ama ne olduğunu bilmiyorum.
Belki de bilmek istemiyorum.
Hava ağırlaşıyor bazen. Nefes almak zorlaşıyor, göğsüm daralıyor. Bir ağırlık çöküyor omuzlarıma; tanıdık, ama her defasında yabancı.
Ellerini uzatıyorsun, bir şeyi tutmak istiyorsun, ama parmakların boşluğu
kavrıyor. O an, her şey bulanıklaşıyor. Gözlerim açık, ama görmüyorum;
kulakların sağır değil, ama sessizlikten başka bir şey duymuyorum. Yine de,
içinme bir kıpırtı var. Minik, kırılgan, ama inatçı… Sanki bir yerlerde, o
ağırlığın altında, bir şey uyanmak için çırpınıyor.
Zaman, tuhaf bir oyun oynuyor. Bazen bir an sonsuzluğa
uzanıyor, bazen yıllar bir göz kırpışında kayboluyor. Bekliyorsun. Neyi, neden,
bilmeden… Ama beklemek, bir alışkanlık değil; bir ihtiyaç gibi. O bekleyişte,
gözyaşların düşmüyor, ama gözlerin yanıyor. Gülüşlerin eksik, ama dudakların
titriyor. Her şey, bir şeyin eşiğinde gibi… Kırılacak mı, yoksa yeniden mi
doğacak? Bilinmezlik, hem korkutuyor hem de sarıp sarmalıyor.
Ve sonra, bir dokunuş hissediliyor. Beklenmedik, ama sanki
hep oradaymış gibi. Bir sıcaklık yayılıyor, önce yavaşça, sonra tüm benliğini
kaplayarak. O ağırlık, o bulanıklık, bir an için dağılıyor. Nefes alınıyor
yeniden; derin, hırslı, canlı bir nefes. İçinde bir şey filizleniyor, küçücük
ama capcanlı. Solmuş olanlar hatırlanıyor, ama bu kez hüzün değil, bir umut
taşınıyor. Haftalar, aylar geçecek belki; ama o filiz, o kıpırtı, bir gün
çiçeklenecek. Gölgeler hâlâ orada, fısıltılar hâlâ duyuluyor. Ama artık, bir
şey değişiyor. Sessizce, derinden, ama kararlıca… Bu, bir hikâyenin başlangıcı
mı, yoksa bir sonun yankısı mı? Belki ikisi de değil. Belki sadece bir his, bir
nefes, bir an. Okunduğunda, bir şey hatırlanacak; ama ne olduğu, kime ait
olduğu, bilinmeyecek. Gölgeler fısıldamaya devam edecek ve o filiz, sabırla,
açmayı bekleyecek.
Rabbim bizi izliyor şükür... Gözler görmüyor, ama varlığı, yüceliği,
Rahmeti… Hissediliyor. Bizse olanları izlerken, neyi bekliyorsak müdahale etmek
için olaylar, kargaşaya…Hayat bazen Bir düşüşü, bir yükseliş… Yoksa sadece, o
gölgeler arasında kaybolan bir silueti miyiz? Sorular birikiyor, ama cevaplar
dağılıyor. Belki de önemli olan, soruların kendisi. Belki de o fısıltılar, o
dokunuşlar, o kıpırtılar, bir şey söylemek istiyor: “Buradasın. Hissediyorsun.
Yaşıyorsun.” Ve bu, her şeye rağmen, bir teselli gibi…
Düşüş Ve Uzanan El
En sonunda yere düşüyorum(Düşüşüm, yani o sevdiğime, nasıl
olup da sevdiğimi söyleyemedim ve elimden kaçtı; işte bunun düşüşünden söz
ediyorum. Hasret ilinde kalan, nasıl kavuşmayı anlatabilir ki? Ben de hasret
ilinde kalan bir âşık olarak, ancak hasreti bu şekilde hissedebildiğimi
yazabiliyorum. ). Bu düşüş, bir anlık
kayıp değil; sanki uzun zamandır içimde biriken, sessizce büyüyen bir ağırlığın
nihayet bedenimi ele geçirmesi. Acıdan ağırlaşan vücudum, salonun parke kaplı
zeminine hızlıca çarpıyor. Önce gövdem sarsılıyor; omuzlarım, kollarım,
kaburgalarım bir an için isyan edercesine titriyor. Sonra başım… O son darbe,
düşüncelerimin dağılmasına, zihnimin bulanık bir sisle kaplanmasına neden
oluyor. Doğrulup kalkmaya gücüm yetmiyor. Bacaklarım, bir zamanlar beni taşıyan
o sadık yoldaşlar, şimdi sadece hareketsiz birer yük. Nefes alamıyorum.
Boğazımın üstünde kara, kirli yosunlarla kaplı bir kaya parçası var sanki. Bu
his, bir metafor değil; gerçekliğin ta kendisi gibi. Sanki ciğerlerime hava
değil, ıslak, soğuk bir çamur doluyor.
Düşmek, yalnızca fiziksel bir eylem değil. Zihnin, ruhun ve
bedenin aynı anda teslim olduğu bir an. Yerçekimi, yalnızca cisimleri değil,
umutları da çeker. O an, parkelerin soğuk yüzeyinde yatarken, zaman durmuş gibi
hissediyorum. Saniyeler uzuyor, her biri bir ömre bedel. Gözlerim gökyüzüne
dikilmiş, ama gördüğüm şey gökyüzü değil; içimde biriken, yıllardır susturduğum
gölgeler, kelimeler. Bu düşüş, belki de uzun zamandır kaçtığım bir yüzleşme.
Ayağa kalkamamak, sadece kaslarımın zayıflığı değil; irademin, cesaretimin, direncimin
tükenişi.
Boğazımdaki o kaya, ne kadar tanıdık bir his. Kirli
yosunlarla kaplı, ağır, kaba. Sanki çocukluğumdan beri orada, sessizce büyüyüp
genişleyerek beni bekliyor. Nefes almaya çalıştıkça, o kaya daha da bastırıyor.
Sözcükler boğazımda düğümleniyor, çığlıklar içimde hapsoluyor. Bu, yalnızlığın
ağırlığı mı? Yoksa bastırılmış korkuların, söylenmemiş sözlerin birikimi mi?
Belki de her ikisi. İnsan, ne kadar güçlü olduğunu sanırsa sansın, bir gün o
kayayla tanışır. Kimisi onu yutar, kimisi onun altında ezilir. Ben, şu an,
ezilenlerdenim.
Parkeler soğuk. Ama bu soğukluk, tuhaf bir şekilde teselli
veriyor. Düşüşümün tanığı olan bu zemin, beni yargılamıyor. Ne bir ses, ne bir
hareket… Sadece var. Belki de hayatın kendisi böyle bir şey: Sessiz, tarafsız,
ama her zaman orada. Ayağa kalkmak istiyorum, ama kalkamıyorum. Bu çaresizlik,
içimde bir fırtına koparıyor. Kalkarsam ne değişecek ki? Yine aynı odada, aynı
gölgelerle, aynı kayayla baş başa kalacağım. Belki de düşmek, bir son değil;
bir başlangıç. Teslimiyetin, kabullenişin başlangıcı bu olsa gerek.
Nefes alamamak, yalnızca bir anlık panik değil. Hayatın bana
sunduğu bir pişmanlık. Her nefeste, o kayayı biraz daha hissediyorum. Onu söküp
atmak istiyorum, ama ellerim boş. Belki de bu kaya, benim bir parçam. Onu yok
etmeye çalışmak, kendimi yok etmek olur mu? Bilmiyorum. Tek bildiğim, şu an
burada, bu parkelerin üzerinde yatarken, kendimle yüzleştiğim. Acı, ağırlık,
nefessizlik… Hepsi benim. Hepsi benden.
Ve sonra, bir an için gözlerimi kapatıyorum. Karanlık, o
kayayı görünmez kılıyor. Hâlâ orada, hâlâ ağır, ama gözlerim kapalıyken ona
bakmak zorunda değilim. Belki de kurtuluş bu değil, ama bir mola. Düşüşümün
ortasında, nefes alamasam da, hâlâ hayattayım.