
Kartalın Öğretisi
Hasan Sabbah
ve Alamut Kales:
İslam dünyasında büyük tartışmalara ve savaşlara sebep olan Hasan Sabbah’ı geniş bir yelpazede tanımak ve anlamak gerekiyor. Bazı kitaplar, hakkında olumsuz düşünceler ortaya koyarken, bazı kitaplarda Hasan Sabbah’ın aslında kötü niyetli olmadığını ileri sürerler. İşte bu ikilemi iyi anlamak ve yorumlamak için bir dizi araştırma yapmak gerekir. Ben de merak ettiğim Hasan Sabbah’ı çeşitli açık kaynaklardan araştırdım ve bu makaleyi yazmaya karar verdim. Bakalım Hasan Sabbah kimmiş, amacı, inancı, felsefesi neye hizmet etmiş. Gerçekten fedailerine haşhaş içirip cenneti yaşatmış mı?
Önce Alamut’un
Coğrafyası ve Stratejik Konumu:
Elburz Dağları’nın sarp yamaçları arasında, deniz
seviyesinden 2.100 metre yükseklikte bir kartal yuvası. İsmi de oradan gelir
zaten: “Aluh Amut” Farsça kökeniyle “Kartalın Öğretisi” veya “Kartal Yuvası”
anlamına gelmektedir.
Kale, Selçuklu hâkimiyetindeki dönemde neredeyse
ulaşılmaz bir konuma sahipti. Bu nedenle Hasan Sabbah’ın seçimi tesadüf değil,
tamamen stratejik bir bilinç eseridir. Oraya yerleştiğinde yalnızca bir taş
kale değil, bağımsız bir fikir cumhuriyeti kurdu aslında.
Hasan
Sabbah: Düşüncenin Fedaisi:
Hasan Sabbah 1050 civarında İran’ın Kum kentinde
doğdu. İsmailî mezhebine bağlı bir ailenin çocuğuydu. Genç yaşta Selçuklu
veziri Nizâmülmülk ve Ömer Hayyam ile aynı dönemde Nişabur’da öğrenim gördü. Rivayetlere
göre üçü bir “ahd” etmişti: Hayyam bilimi, Nizamülmülk siyaseti ve Hasan Sabbah
ise dini seçmişti.
Sonrası malum… Üç farklı yol, üç farklı kader.
Hasan Sabbah, Fatımi halifeliğine bağlı
İsmailî-Şii düşüncesini sistemleştirip “daveti” İran topraklarına taşıdı. Onun
amacı; imanı yeniden akılla kurmaktı ama bunu yaparken yöntemi katı bir
örgütlenmeydi. Bu nedenle hem teolog, hem stratejist, hem de devrimci olarak
anılır.
Felsefeleri
ve İnanç Sistemleri:
Alamut’un temel öğretisi Bâtınîliktir. Yani her
ayetin, her ilahi emrin bir zahiri (dış) ve bir bâtını (iç) anlamı vardır. Hasan
Sabbah, bu anlayışı zirveye çıkararak der ki:
“Kur’an’ın hakikati, yalnızca seçilmiş akıllar
tarafından kavranabilir.”
Bu yaklaşım, zamanla halkın literal (yüzeysel) din
anlayışıyla çatıştı. Bâtınîlere göre dinin zahiri kısmı halka yöneliktir, bâtını
kısmı ise hakikat ehline. Bu da doğal olarak hem Sünni ulemayı, hem Selçuklu
yönetimini kızdırdı.
Alamut’ta
öğretilen bazı temel ilkeler:
-İman, körü körüne itaat değil, bilinçli
teslimiyet olmalıdır.
-Tanrı’ya giden yol, aklın kapısından geçer.
-Gerçek bilgiye ulaşmadan ibadet, sadece şekildir.
-Bir “İmam” (hakikat önderi), Tanrı’nın
yeryüzündeki temsilcisidir.
Bu fikirler, gizli inisiyasyon sistemiyle
öğretilirdi; öğrenciler (fedailer) adım adım sırra erdirilirdi.
Fedailer ve
“Haşhaşin” Efsanesi:
Avrupa’ya kadar ulaşan en çarpıcı söylentiler,
“Haşhaşiler” hakkındadır. Bu kelimenin kökeni “haşhaş”tan (afyon) geldiği
sanılsa da birçok tarihçi bunun siyasi bir karalama olduğunu söyler. Gerçekte “Haşhaşin”,
Arapça “Assasiyun”dan türemiştir; yani esaslılar, temelciler, “asasa bağlı
olanlar.”
Fedailer, Alamut’un askeri kanadıydı. Her biri
ölümden korkmayan, mutlak itaatle eğitilmiş kişilerdi. Sabbah, fiziksel güçten
çok psikolojik savaş ve inanç disiplini kullanırdı. Bir fedai, sultanların bile
sarayına sızar, hedefini öldürür ve kaçmaz; o-racıkta yakalanmayı tercih
ederdi. Bu yöntem, korku siyasetinin en etkili biçimiydi.
Düşmanları
ve Hasan Sabbah Saltanatının Sonu:
Selçuklular; özellikle Nizâmülmülk ve Melikşah,
Abbasi hilafeti,
Ve daha sonra Haçlılar,
Alamut, yüzyıllarca bu üç tehdit arasında ince bir
dengeyle ayakta kaldı. Ancak 1256’da Hülagû Han (Moğol hükümdarı) kaleyi
kuşattı. Kütüphaneler yakıldı, binlerce yazma eser yok edildi.
Tarihçiler derki, Alamut’un kütüphanesi o dönem
Bağdat’tan sonra İslam dünyasının en zengin bilgi arşiviydi. Böylece bir
“düşünce devleti”, taşla değil, bilgiyle kurulan bir kale, tarihin tozuna
karıştı.
Felsefi
Değerlendirme:
Hasan Sabbah, tarihte hem aydın bir devrimci, hem
de korkunun sembolü olarak anılır. Aslında onun hikâyesi, düşünce özgürlüğü ile
dogma arasındaki kadim çatışmanın bir özetidir. O, Tanrı’yı anlamanın yolunu
akılda aradı ama yönteminde aşırı bir disiplin, hatta despotizm vardı. Bu yönüyle,
bir ütopya kurdu ama içinde özgür insan değil, mutlak itaatkâr birey
yetiştirdi. Bir bakıma Alamut, aklın devriminden dogmanın doğuşuna giden ince
çizginin hikâyesidir. Hasan Sabbah öldü ama onun açtığı “hakikatin iki yüzü”
tartışması hâlâ sürüyor:
“Cennet
Bahçesi” ve Afyon Meselesi: Gerçek mi, Kurgu mu?
Efsanelerde anlatıldığı gibi Hasan Sabbah’ın müritlerine
afyon içirip sahte cennet gösterdiği rivayeti en çok Marco Polo’nun
seyahatnamesinden bilinir. Ancak dikkat: Marco Polo, Sabbah’ın ölümünden yüzyıl
sonra yaşamış bir gezgindir. Dolayısıyla bu anlatı, Batı’nın doğu mistisizmini
egzotikleştirme eğiliminin bir ürünüdür.
Dönemin İsmailî kaynakları (örneğin Juvayni Tarihi
veya Al-Khafi Kitabü’l-Hidaye) bu tür afyon sahnelerinden bahsetmez. Onlara
göre Sabbah’ın “cennet” öğretisi bir metafordu: “Gerçek cennet, ilmin ve
marifetin kalpte açtığı huzurdur.” Yani, bu efsane tarihsel değil, psikolojik
savaş malzemesidir. Selçuklular ve Sünni ulema, halkı korkutmak için Sabbah’ı
şeytanlaştırmış, Avrupa’da O’nu mistikleştirmiştir. Gerçek ise ikisinin
arasında bir yerde durur.
Kur’an
Bilgisi Meselesi:
Müteşabih ve muhkem ayetlerin ayrımı zaten
Kur’an’da vardır. Hasan Sabbah bunu icat etmedi. Ancak o, bu ayrımı örgütsel
bir silah haline getirdi. Kur’an’daki müteşabih ayetleri (yoruma açık olanlar)
kullanarak, onları sadece “seçilmiş imamın anlayabileceğini savundu. Böylece
Kur’an’ı halkın elinden aldı, yorum tekelini kendi e-line geçirdi.
Selçuklu dönemi âlimleri, özellikle Nizâmülmülk’ün
kurduğu Nizamiye medreselerinin hocaları çok yüksek Kur’an bilgisine sahipti. Ama
fark şuydu: Onlar, otoriteyi ilmî düzlemde savunurken, Sabbah, otoriteyi mistik
bir merkezde topladı. Bu fark, birinin medrese kurup bilgi yaymasına; diğerinin
kale kurup bilgi saklamasına neden oldu.
Suikastlar
ve Fedailer: İmanın Fedailiğe Dönüşü:
Nizâmülmülk’ün 1092’de bir Bâtınî fedaisi
tarafından öldürülmesi tarihsel olarak sabittir. Ve bu, Hasan Sabbah’ın
yöntemine dair çok şey anlatır: Düşünsel devrimini şiddetle koruyan bir
hareket, sonunda şiddetin esiri olur.
Kur’an’da “fitne, adam öldürmekten beterdir”
buyurulurken (Bakara 2:191), Sabbah’ın fedailerini iman fedaileri olarak
eğitmesi, inançtaki şiddet yanılgısının klasik örneğidir.
Devrimci mi,
Despot mu?
Burada ikiyüzlü bir ayna var. Bir yüzünde İslam
dünyasındaki akıl-bilim geleneğine yeni bir derinlik kazandırmak isteyen bir
bilgin; diğer yüzünde ise korkuyla yönetilen kapalı bir tarikat düzeni.
Devrimciydi, çünkü dönemin dogmatik anlayışına
karşı aklı savunuyordu. Ama despotlaştı; çünkü o aklı sadece kendi müritlerinin
tekelinde tuttu. Yani “hakikati özgürleştirmek” isterken, onu Alamut’un
duvarlarına hapsetti.
Kur’an
Perspektifinden Bir Sonuç:
Kur’an’ın öğrettiği temel çizgi şudur: “Dinde
zorlama yoktur.” (Bakara 2:256) “Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz?”
(Defalarca yinelenen vurgu)
Hasan Sabbah, düşünmeyi öğütleyen bu dine akılla
yaklaşmış olabilir ama imanı zorlama ile örgütleyen bir sistem kurarak
Kur’an’ın özünden uzaklaşmıştır.
Bu durumda üç büyük düşünsele bakmak gerekir. Gazâlî,
İbn Rüşd ve Hasan Sabbah. Bu üç isim, İslam düşünce tarihinde “akıl mı öncüdür, iman mı rehberdir?”
sorusunun en keskin üç cevabanı temsil eder.
Gazâlî: Akıl
sınırlıdır, iman sonsuzdur:
Gazâlî’ye göre akıl değerlidir ama mutlak hakikate
ulaşamaz. Çünkü akıl, duyuların ve deneyimin sınırlarıyla kayıtlıdır. O der ki:
“Aklın vardığı son nokta, kendi aczini anlamaktır.” Bu düşünce, tasavvufi
sezgiyi öne çıkarır. Gazâlî “Tehâfütü’l-Felâsife” (Filozofların Tutarsızlığı)
adlı eserinde İbn Sînâ ve Fârâbî gibi akılcı filozofları sert biçimde
eleştirir. O’na göre felsefe; imanın sınırlarını zorladığında sapmaya dönüşür. Yani
Gazâlî için iman, aklın üstünde bir nurdur. Aklın görevi, o nuru fark edip,
teslim olmaktır.
İbn Rüşd:
Akıl, imanın dilidir:
İbn Rüşd ise Endülüs’ün bilge filozofu. Gazâlî’nin
tam karşısında durur ve onun “Tehâfüt”ine “Tehâfütü’t-Tehâfüt (Tutarsızlığın
Tutarsızlığı)” adlı kitapla cevap verir. Der ki: “Hakikat bir olamaz mı?
Felsefe de vahiy de aynı hakikati arar.” O’na göre Kur’an, aklı devreye sokmak
için gönderilmiştir. Eğer Kur’an; “düşünmez misiniz, akletmez misiniz?”
diyorsa, o halde düşünmek ibadetin bir parçasıdır.
İbn Rüşd, inancı sorgulamayla güçlendiren bir
çizgideydi. Bu yüzden Batı düşüncesi onu “Averroes” adıyla kendi rönesansına dâhil
etti ama doğu dünyası onu “tehlikeli akılcı” diye susturdu.
Hasan
Sabbah: Aklı kullandı ama özgürlüğünü kilitledi:
Sabbah, görünürde aklın tarafındaydı. Kuran’ın
bâtınî yorumlarını akılla çözmeye çalıştı ama sonunda aklı bir örgütün
hizmetine soktu. İmamı mutlak bilgi kaynağı ilan ederek, bireysel aklı değil,
hiyerarşik aklı kutsadı.
Gazâlî, imanı merkeze alıp aklı teslim etti.
İbn Rüşd, aklı merkeze alıp imanı akılla anlamaya
çalıştı.
Hasan Sabbah ise ikisini iktidar aracına
dönüştürdü.
Bu üçgen, İslam düşüncesinin kadim gerilimini
özetler: akıl – iman – otorite. Biri “akıl yetmez” der, diğeri “akıl
yegânedir”, üçüncüsü ise “aklı ben kullanırım” der. Sonunda, Kur’an’ın kendi
öğretisine dönmek gerek: “Onlar, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte
akıl sahipleri onlardır.” (Zümer 39:18) Yani hakikat, akıl ile imanın birlikte
yürüdüğü yerde doğar. Ne aklı susturmak, ne de imanı zincirlemek…
İkisi aynı gemide olmalı, biri pusula, diğeri yelken.
Hasan
Sabbah: Aklı yükseltip özgürlüğü zincirleyen adam:
Hasan Sabbah’ın “aklı” merkeze alması ilk bakışta
olumludur. Çünkü Kuran aklı, imanın temeli sayar: “Düşünmez misiniz, akletmez
misiniz?” Sabbah bunu fark etmiş, ama doğru kullandığı aklı, sonra örgüt gücüne
dönüştürmüştür. Yani akıl bir araç olarak kalmış, amaç itaat olmuştur. Bu,
Kur’an’ın “bireysel sorumluluk” vurgusuna aykırıdır. Kur’an, “Herkes kendi
kazandığından sorumludur.” (Bakara 286) derken, Sabbah bunu kolektif imana
bağlamıştır.
Metafor meselesini şu şekilde yorumlamak mümkün
görünüyor:
Hasan Sabbah; Cennet, huri, cezalandırma gibi
kavramları birer duygusal motivasyon aracına çevirmeden o sistemi kuramazdı. Yani
“metaforu aklın değil, otoritenin hizmetine” soktu. Bu yüzden düşünsel olarak
parlak, ahlaken problemli bir figürdür.
İmam Gazâlî
ve Aklın Gücü:
Gazâlî’nin eleştirildiği nokta da tam burada: Aklı
küçümsemek değil, aklın sınırına çizgi çekmektir onun yaptığı. Ama bu çizgi,
yüzyıllar içinde felsefeye karşı korkuya dönüştü. Gazâlî, “akıl tek başına
hakikati bulamaz” derken belki samimiydi ama öğrencileri ve sonraki kuşaklar
bunu “aklı yasaklamak” olarak anladı. Böylece İslam dünyasında entelektüel
özgürlük geriledi, medrese zihniyeti dondu. Yani Gazâlî’nin niyeti imanı
korumaktı, sonucu sorgulamayı kısmak oldu. Bir anlamda o, imanı aklın üstüne
koyarken düşüncenin kapısını aralık bırakmak yerine kapattı.
İbn Rüşd:
Akıl ile imanı barıştıran filozof:
İbn Rüşd ise İmam Azam ve İbn Sînâ çizgisine
yakındır. Onun için iman ve akıl bir birine karşı değil, kardeştir. Der ki: “Vahiy,
halka hitap eder; felsefe, hakikati derinlemesine arayanlara.” Yani birini
diğerine üstün kılmaz, farklı derinliklerde aynı kaynağa yönelirler. Bu yüzden
Batı, onu “rasyonel din anlayışının babası” sayarken Doğu dünyası onun
felsefesini “soğuk ve tehlikeli” buldu.
İbn Rüşd’ün yaklaşımı, Kur’an’ın “sözün en
güzeline uyanlar akıl sahipleridir” (Zümer 18) ayetiyle örtüşür. O, imanın
akılla güçlendiği bir model kurdu; ne iman aklı bastırdı, ne akıl imanı
küçümsedi.
Kur’an
Merkezli Denge: Yorum.
Kuran’a göre:
-Aklı dışlamak cehalettir,
-Aklı mutlaklaştırmak kibre dönüşür,
-Aklı imanla dengelemek ise hikmettir,
-Hasan Sabbah aklı otoriteye,
-Gazâlî aklı imana,
İbn Rüşd
ise aklı adalete bağladı.
Son cümleyi Kuran’a bırakarak konuyu tamamlıyorum.
“Allah adaletle emreder.” (Nahl 90) Bu, üçlünün
ötesinde bir dördüncü kapıdır: Aklın ve imanın birlikte adaletle yaşanması…