Ankara’nın Taş Sokaklarından Esen Rüzgâr-1-


Ankara’nın taş sokaklarından esen rüzgâr, şehrin yıllardır
değişmeyen kokusunu taşıyordu; hafif bir toprak kokusu, biraz soğuk demir,
biraz da eski apartmanların içinde saklanmış anılar… Rüzgâr, dar sokaklarda kıvrılarak
ilerliyor, sanki her kapı önünde biraz durup geçmişi yokluyor, sonra yeniden
yola koyuluyordu. Sokak lambalarının solgun sarı ışığı kaldırım taşlarına
iniyor, yorgun bir gece bekçisi gibi titreyerek yanıyordu. Işıklar taşların
üzerinde ince, kırılgan gölgeler oluşturuyor, o gölgeler rüzgârın dokunuşuyla
birbirine karışıyor, ayrılıyor, sonra tekrar birleşiyordu. Sanki sokak kendi
kendine, kimsenin duyamadığı bir hikâye anlatıyordu.
Bir evin penceresinde yaşlı bir adam, omuzlarını hafifçe
içeri doğru çekmiş, eski bir koltuğa gömülmüş hâlde oturuyordu. Odanın içi
loştu; lambanın ışığı zayıf, perdelerin rengi solgundu. Evin sessizliğini tek
bozan şey, köşedeki eski radyodan gelen cızırtılı sesti. Radyo, yıllar önce
parlak bir sesle çalan o gençlik melodilerini artık kısık bir nefesle
taşıyordu. Sanki yıllar sadece Rıza’nın yüzüne değil, radyonun hoparlörlerine
de çizikler atmıştı. Derken yarım bir şarkı çalmaya başladı. Sözleri
tamamlanmayan, melodisi eksik, her an bir notasını kaybedecekmiş gibi duran bir
şarkı… Ama o eksiklik, yaşlı adamın içini yakmıyor; aksine ona tanıdık
geliyordu. Çünkü eksiklik, Rıza’nın hayatının sessiz ortağı olmuştu artık.
Adam, koltuğunda hafifçe öne eğildi. Parmakları titrek bir
hareketle dizinin üzerinde birleşti. Gözleri kararmış pencereye takıldı. Camın
ardında rüzgârın salladığı ağaç dalları, onun gençliğini hatırlatıyordu yıllar önce başka pencerelerde, başka
ışıkların altında baktığı o görüntüyü… Radyo hışırtılı bir nefes daha aldı;
melodi bir an durdu, sonra toparlanmaya çalışarak devam etti. Rıza içinden
geçti. Bu şarkı da tıpkı benim gibi… Yorulmuş, eksilmiş, ama bir yerinden hâlâ
devam ediyor.
Göğsünde bir sıkışma hissetti ama acı değildi bu; daha çok
hafif bir sızı, yılların parmaklarıyla yavaşça bastırdığı bir duygu. Şarkının
yarım kalmış sözleri, zamanın ondan kopardığı insanlar, unutulan defterler,
kaybolan cümleler, yarım kalan konuşmalar birer hayal gibi odanın içinde
dolaşıyordu.
Rıza’nın gözleri kapanır gibi oldu. Cızırtıların arasından bir anlığına tanıdık bir akor duyduğunu sandı. Gençliğinde gitarıyla bulduğu o kırık melodinin yankısıydı bu. Melodinin eksikliği, sanki ona şöyle fısıldıyordu; “Ben buradayım. Kaybolmadım. Yalnızca zamanın içinde biraz yoruldum.” Rıza içinden hüzünlü bir tebessüm geçti. Şarkının eksik yanlarıyla kendi eksik yanları arasında görünmez bir köprü kuruldu. Hayatı boyunca tamamlayamadığı cümleleri, yarım bıraktığı şarkıları, geri dönmeyen insanları düşündü. Ve o anda, odanın sessizliği derinleşti. Sanki Ankara’nın bütün rüzgârı bir an için durdu, sokak lambaları titremeyi bıraktı, radyo bile çalmadan bekledi. Rıza karanlık camda kendi siluetini gördü.
Çizgilerle dolu bir yüz, biraz yorgun, biraz kırık ama hâlâ içinde küçük bir
kıvılcım taşıyan bir adam. Rüzgâr dışarıda yeniden uğuldadı. Bu kez sesi daha
yumuşaktı; sanki ona “hâlâ geç değil” der gibi esti. Rıza başını hafifçe
pencereden radyoya çevirdi. Cızırtılar arasında kaybolmaya çalışan o eksik
şarkıyı dinlerken içinden şu düşünce geçti. “Belki de hiçbir şarkı tamamlanmaz…
Belki insan da tamamlanmaz. Ama eksik kalmış bir melodi bile bir gece ansızın
yeniden çalabilir.” O gecenin ortasında, taş sokakların rüzgârında, yaşlı Rıza
ilk kez uzun zaman sonra kalbinin bir anlığına hafiflediğini hissetti.
O sırada başka bir evde, genç bir kadın mutfakta bulaşıkları yıkıyordu. Su damlaları cam bardakların üzerinde küçük titreşimlerle akıyordu. Kadın farkında değildi ama o titreşimler, evin sessizliğini başka bir biçimde dolduruyordu. Bir çocuk, aynı sokakta, yere düşmüş bir defteri gördü. Defterin kapağında solmuş bir kelebek resmi vardı. Çocuk defteri kaldırdı, ama onun için bu sadece sıradan bir hareketti. Oysa sıradan görünen her hareket, görünmez bir zincirin halkasıydı.
Bir gün, yaşlı adam radyodaki şarkıyı hatırlayacak. Genç
kadın bardakların titreşiminden bir melodi bulacak. Çocuk defterin içindeki
cümleleri okuyacak. Ve hepsi, birbirinden habersiz, aynı görünmez zincirin
halkaları olacak. O adamın adı Rıza’ydı. Gençliğinde, Ankara’nın eski
kahvelerinde gitar çalar, kendi yazdığı şarkıları söylerdi. O şarkılardan biri,
yarım kalmış bir aşkın hikâyesini anlatıyordu. “Bir gün kanatlarım olacak,”
diyordu şarkı, “ama uçtuğumda kimse fark etmeyecek.”
Rıza o şarkıyı bir deftere yazmıştı. Defter yıllar içinde kayboldu. O kayboluş, onun hayatındaki kırıkların sembolü oldu. Yıllar geçti, şarkı unutuldu, defter kayboldu, ama içindeki cümleler bir yerlerde yaşamaya devam etti. Defter, yıllar sonra bir çocuğun ellerine geçti. Çocuk, o cümleleri okuduğunda kendi hayallerini kurmaya başladı. Annesi defteri gördü, kendi gençliğini hatırladı. Ve böylece, Rıza’nın kaybolmuş şarkısı görünmez bir zincirle başka hayatlara dokundu. Rıza, o akşam eline aldığı kitabın kapağını ilk başta önemsememişti.
Kütüphanenin tozlu raflarından seçtiği, kapağı hafif yıpranmış o roman, sadece
gecenin sessizliğini kırmak için seçilmiş basit bir eşlikçiydi. Zaman
geçirmekti niyeti, başka bir şey değil. Kitabın sayfaları sararmış, kenarları
hafifçe kıvrılmıştı. Ama Rıza buna alışkındı; eski şeyleri seviyordu. Eski
defterleri, eski şarkıları, eski sesleri… belki biraz da eski kendisini.
Bir sayfayı çevirdi. Sonra bir sayfa daha. Metin ağır ağır
ilerliyor, kahramanlarıyla birlikte Rıza’nın zihninde yer açıyordu. Ve tam bir
paragrafın ortasında, hiçbir şey beklemezken, gözleri bir cümlede takılı kaldı.
“Bir gün kanatlarım olacak…”Rıza önce anlamadı.
Cümle ona sadece tanıdık geliyordu; bir yerlerden, bir zamanlardan taşınmış
sanki…
Sonra sayfanın geri kalanını okudu. “…ama uçtuğumda kimse fark etmeyecek.” Rıza’nın
parmakları sayfanın kenarında titredi. Bir anlığına nefesi kesildi, odanın
sessizliği ağırlaştı.
Sanki radyo bile o anda cızırtılarını durdurmuş, duyduklarını sindirmeye
çalışıyordu.