
Bir An Gelir İnsanın
İçindeki Bütün Harfler Susar
Bu gün, içimdeki karanlık
odalara bir ışık sızdı. O ışık öyle sıradan değildi; sanki uzun zamandır kapalı
duran pencerelerden içeri giren ilk sabah güneşi gibiydi. İçimdeki dar
koridorlarda yankılanan adımlar artık yalnız değildi. Her köşe, her dönemeç, bir
hatırlamanın sıcaklığıyla doluyordu. Ne zaman yürümeye kalksam, yolun sonunda
bir bekleyiş vardı. Sanki bütün yönler tek bir merkeze bağlanıyor, bütün
çıkmazlar bir anlam kazanıyordu. Yürümek artık sadece ilerlemek değil, bir
buluşmaya yaklaşmaktı. Düşmek bile farklıydı artık. Her sendeleyiş, yokluğun
sessizliğini hatırlatıyordu. Bir günün eksikliği, bir nefesin yokluğu, insanın
içini boşaltan o derin suskunluk… Ama tam da o anlarda, hatırlamanın kendisi
bir teselliye dönüşüyordu. Çünkü bilirdim ki, eksiklik aslında varlığın en
güçlü kanıtıdır.
İçimdeki şehir, uzun
zamandır suskun bir yüz taşırken, şimdi bir tebessümün izlerini taşıyordu.
İnsan bazen kendi iç dünyasında kaybolur; ama bir ses, bir bakış, bir
hatırlayış, bütün yolları yeniden anlamlı kılar. Ve işte o zaman, insan kendi
yalnızlığını bile sevmeyi öğrenir.
İnsanın içindeki yollar
bazen sessizdir; kimse geçmez, kimse ses vermez. Ama bir gün, o yolların
taşları bile hatırlamaya başlar. Her adım, bir iz bırakır; her iz, bir
hatırlayışa dönüşür. Ve insan fark eder ki, kendi içindeki şehir aslında baştan
sona bir bekleyiştir. Beklemek, yalnızca zamanın geçişi değildir. Beklemek, bir
anlamın yeniden doğmasını gözetmektir. Bir kapının açılmasını, bir sesin
duyulmasını, bir yüzün görünmesini… İnsan, beklerken aslında kendi içindeki
boşluğu doldurur. Çünkü bekleyiş, yokluğun en insanca karşılığıdır. Her günün
sonunda, insan kendi iç dünyasına döner. Bir tebessümün izi kalmışsa, o gün
tamamlanmıştır. Ama eksiklik varsa, o eksiklik bile bir hatırlamanın gücünü
taşır. Çünkü insan, yokluğun acısını yaşarken bile, varlığın değerini öğrenir.
Ve işte o zaman,
içimizdeki şehir yeniden nefes alır. Suskun yüzler gülümsemeyi hatırlar, dar
sokaklar genişler, çıkmazlar bile bir anlam kazanır. İnsan, kendi içindeki yolculuğu
sürdürürken aslında başkasına değil, kendine yaklaşır. Çünkü bütün yollar, en
sonunda insanın kendi kalbine çıkar. Bazen insanın içinden yükselen şeyler
hiçbir işaretin, hiçbir sesin aracılığına ihtiyaç duymaz. Bir bakış, bir duruş,
bir susuş… Hepsi kendi başına bir metin gibi akar. Noktalar gözlerde kapanır,
virgüller kirpiklerin arasında durur. O anlarda dilin sessizliği, ruhun en gür
sesine dönüşür. Çünkü anlatmak için harfe gerek yoktur; anlam zaten oradadır.
Bir tebessüm, bir gölge, bir titreyiş… Hepsi birer cümle olur. İnsanın kalbi,
kendi kitabını yazarken mürekkep yerine duyguları kullanır. Her satır,
gözlerden okunur; her paragraf, içten bir nefesle tamamlanır. Ve işte o zaman,
sessizlik bile bir anlatıya dönüşür.
Bir an gelir, insanın içindeki
bütün harfler susar. Ne bir ses, ne bir kelime… Yalnızca gözlerin derinliğinde
açılan bir kitap kalır. O kitapta sayfalar çevrilmez; bakışlar birbirine
dokunur ve anlam kendiliğinden doğar. Bir parmak hareketi, bir nefesin ritmi,
bir omuzun eğilişi… Hepsi birer cümle olur. Noktalar, duraksamalarda gizlenir;
virgüller, kalbin atışında saklanır. İnsan, karşısındakini okurken aslında
kendi içini de okur. Çünkü sessizlik, en dürüst tercümandır.
Ve işte o zaman, anlatmak
bir yük olmaktan çıkar. Anlam, kelimesiz bir yolculuğa dönüşür. İnsan,
gözlerden gözlere akan bu sessiz metinde, en insanca hakikati bulur: varlığın
kendisi zaten bir sözden daha güçlüdür, vesselam.
Mehmet Aluç