Kul sıkışmayınca Hızır
yetişmez demeleri boş yere değil. Çabuk tutmalıyız elimizi devrilirken günler.
Ne zaman ki ilgimizi kessek hayatla bir yerlerden yakalanmamak mümkün mü…
Biraz komik biraz
aykırı ve oldukça da dingin bir ömür ara sıra dizginlediğim hem de tüm gücümle.
Dışarıdan bakıldığında pek komik gözükmediğini biliyorum ama aklı beş karış
havada bir Polyanna oldu mu insan bir o kadar cüce ve peri kızı giriyor hayata.
Tabii ki kötü kalpli cadıları da unutmamalı. Nedense çok cadı tanıdım üstelik girdiğim
hemen hemen her mekânda. Özellikle görev aldığım o heybetli bankalarda. Nereden
aklıma geldiyse…
Bu aralar yine sayısız
cadı ile mücadele halindeyim. Gerçek mahiyetleri hiç mi hiç önem arz etmese de
benim için o çalı süpürgeleri yok mu…
Evet, ben de bir
cadıyım ama bir o kadar cadı kriterlerine uymayan… Fazlaca iyi niyetli diye
tabir etmek gerekirse gidişat gösteriyor ki bir an evvel ışınlanmalı ve boyut
değiştirmem lazım hem de çabucak. Bırakın zamanı bir dünya vatandaşı olduğum da
şüphe götürür.
Mars’a gidiş fikri
oldukça farklı bir perspektiften hoş görünmekte göze. Ne olurdu sanki gidiş
dönüş olsaydı. Cazip bir teklif bir o kadar aykırı.
Ara sıra uzay
boşluğunda turlamak ne hoş olurdu kim bilir. Ne trafik ne itiş kakış ne de sıra
bekleme gibi bir kaygı. Büyük ihtimalle herkes de anlardı birbirinin kıymetini
onca yalnızlığın ve yokluğun içinde. O denli varlık ve maddiyat düşkünü bir
çoğunluk olduk ki sevebilme yetimizi yitirdik. Ve anlayış ve samimiyet kısaca
sahip olmamız gereken ne varsa muhafaza edemezken bir o kadar ilgisiz ve
alakasız prototipler olduk. Teknolojiyi yaratan bizleriz. Her ne hikmetse
yarattığımız bu soyut dünyanın bizi esir almasına mahal verdik. Esaret bir yana
ruhumuzu ele geçirdi kullandığımız ne varsa. Kulak sayımız üçe çıktı cep
telefonlarının beynimize nakliyle. Yakında çipler takıp iyice mekanikleşeceğiz.
Sanki doğum esnasında kesilen göbek bağı değil de modem bağlantısı. Nasıl
şaşıyorum kendime. Demek ki büyük konuşmamak lazımmış…
Yazı maceramın
başlamasıyla bir o kadar bu kısır döngüye ben de müdahil oldum. Nasıl da
haykırırdım zamanın insanı olmadığımı. Gerçi süreç aynı da bilgisayar başında
geçirdiğim zaman akıllara zarar.
Halis munis yaşayıp
giderken bir anda nevrim döndü. Halbuki ben kalemimle bir kontrat imzalamıştım.
İyi günde kötü günde beraber yürüyecektik bu yolu da yazılarımı paylaşmaya
başladığımdan beri bir de kuma geldi üzerime. Neymiş efendim; yazıların okunma
oranları, istatiksel ölçümlerim ve gelen yorumlar.
Tabii buna bir de diğer
kalemlerin yazıları da eklenince ekranı iyice şaşı görmeye başlamamak mümkün
mü…
Eskiden böyle miydi,
efendim. Alırdım kitabımı elime ve derin bir huşu içinde akşama doğru son
sayfaya erişirdim. Zira severim hızlı okumayı ama pek tabii ki mümkün mertebe
konsantrasyon eşliğinde.
Bir de son zamanlardaki
konsantrasyon eksikliğimi hesaba kattık mı işler iyice arapsaçına döndü.
Sonunda evrim
geçirdiğimi ben de kabullendim artık. Öncesinde vakit geçmezken şimdi maraton
koşusundaki atletler gibi ilerliyor saatler peşi sıra. Buna bir önlem almak
farz oldu, biliyorum.
İşin şakası bir yana,
ciddi anlamda sıkıntılar da getiriyor beraberinde içine girdiğimiz bu döngü.
Özellikle çocukların ruhsal ve bedensel gelişimleri bir şekilde sekteye
vuruluyor. Güzelliklerin olduğu doğru bu yeni yaşantımızda. Elverişli imkânlar,
kolayca ulaşabildiğimiz bilgi kümesi gibi ama çok şeyin değiştiğini görmek ve
bir şekilde uçuruma yuvarlanmak da olası.
Hayal gücünü yitirmek
belki de en kötüsü. Hep demez mi uzmanlar:’’Bir çocuğun yaptığı en ciddi iş
oyun oynamasıdır’’ diye. Evet, imkânları sonsuz bu yeni dünyanın ama bir o
kadar da kayıp söz konusu.
Hele ki büyüme
çağındaki çocukların bu denli hareketsiz kalıp yanlış beslenmesi de eklenince
ufacık yaşlarında pek çok hastalığın kıskacına düşüyorlar. Hareketsiz bedenler
ve asosyal bir gençlik.
Olaya neresinden
bakarsak bakalım çok şey ve çok insan kılıf değiştirdi ve değiştirecek gibi
gözüküyor tüm bu ihtimalleri göz önüne aldığımız takdirde. İhtimallerin
ötesinde potansiyel şartlar ve zorlayıcı ne varsa. Mantık ve duygular da
çelişti mi birbiriyle iyice uzaklaşıyoruz birbirimizden. Herkesin aklı beş
karış havada ve ne yazık ki oldukça da duyarsız. Evet, adım kadar eminim
bundan: Duyarsız ve oldukça da egosantrik. Söylemesi ve kabullenmesi zor ama
günümüzün gerçeği bu.
Ne çok insan var
çevremizde kendimizi uzak hissettiğimiz ve ne çok insan var sanal ortamda
birbirine benzeyen. Ya da biz mi böyle görmek istiyoruz. Psikolojik bağlamda
aidiyet duygusu ağır basar ve oldukça da normal bir tutum bu ama ne yazık ki
pek çok niyet eşliğinde pek çok insan iç yüzünü gizlemekte. Bu da ne yazık ki
sıkıntı yaratacak düzeyde gerçek ve üzücü.
Gündelik hayatta
hepimiz farklı amaçlar doğrultusunda yönleniyoruz ve yönlendiriyoruz kendimizi
özellikle bilgisayar kullanım açısından. Tabii ki diğer pek çok dürtü ve
gereksinim doğrultusunda.
İhtiyaçlar sınırsız ve
imkanlar da sınır dâhilinde. Ve gerçek şu ki; insan olarak aç gözlüyüz ve bir o
kadar doyumsuz hatta tutarsız. Genelleme yapmak ne haddime ama şu da bir gerçek
ki; bir o kadar da benciliz. Hal böyleyken gardımızı da sağlam tutmak gibi bir
mecburiyet ön sıralara yerleşiyor. Zira temkinli olmakta fayda var.
Süpürgeli cadılardan
geldim nerelere. Ama şu da bir gerçek ki; burnumu oynatıp pek çok şeyi
değiştirip farklı bir konuma getirmek isterdim. Siyasi bir açılım yapmak
gerekirse, günümüzün gerçekleri ve yürek dağlayan onca felaket senaryosu.
İşin açıkçası; böyle
olmamalıydı bugün yaşananlar ve tüm gözlemlediklerimiz. Ve ne yazık ki; büyük
çoğunluk olaya ve olaylara ve de yaşananlara at gözlüğü ile bakmakta. Bireysel
anlamda hiçbir yaptırım sahibi değilim ve çok isterdim pek çok şeyi, pek çok
insanı ve gidişatı değiştirmek. Ama ne yazık ki; her şey ama her şey anda,
günde kalıp aradan azıcık zaman geçti mi tarihin tozlu sayfalarına takılıp kalıyor.
Bakınız, gündem nasıl
da hızla değişti. Ne de olsa tarih tekerrürden ibarettir. Onca insan mekân
değiştirdi Soma faciasında, yüzlerce evladımız yetim kaldı. Ama bizlerin tuzu
kuru olabildiğince. Gece oldu mu, kapanıyoruz evlerimize, kilitliyoruz kapılarımızı
ve huşu içinde devran dönmeye devam ediyor.
Kelimenin anlamıyla
duyarsız ve bencil varlıklarız. Ne de olsa gemisini yürüten kaptan…
Ne de olsa, gücümüz
neye yetiyorsa sorgulamıyoruz ötesini. Üç maymunu oynamaktayız ömür boyu ve
böyle de devam edecek gözüküyor bu duyarsızlıkla.
Yoksa sorgulamak mı
istemiyoruz ya da sorgulanmak. Ama şu da bir gerçek ki; çok basit olaylar bile
sorgulanmakta tabii ki kimin kime gücü yetiyorsa. İyi bilirim bu duyguyu. Ama
iş sorgulanmaya geldi mi kayıplara karışmakta pek çok insan. Korkular,
kifayetsizlikler, bencilce tutumlar had safhada.
Her zamankinden fazla
ihtiyacımız var duaya. Bir o kadar akılcı, mantıklı ve çözüm odaklı olmalıyız.
Umarım bir gün gündelik kaygılarımızı terk eder iç sesimizi ve mantığımızı
kombine ederiz. Yoksa ne anlamı kalır insan olmanın ve insan gibi
yaşayabilmenin…