Üstüme alınıp alınmama gibi bir derdi
taşımayalı sanırım yarının düne nazire den tınısında saklı bir kaybolmuşluk.
Zamandan ya da kayıtlardan uzak
duramamak ve işkillendikçe kendi gölgenden yine savurup durmak içindeki nemi
kurulamak adına peçete arayışına kalmış.
Aradıklarımdansa arandığıma dair
geliştirdiğim bir kehanet belki de yine aklımın bohçasında derli toplu ev kızı
görüntülerine iştirak eden yorgun elleri annemin.
Uzatıp uzatmamak ya da sondan başa
seğirten hükümlü cümleler.
‘’Kimlerdensiniz?’’
‘’Hüzün apartmanı.’’
‘’Duyamadım, huzur mu dediniz?’’
Ne de olsa dervişin fikri zikri
mevzu.
Kırpmak orasından burasından sonra da
ekleyip de sonunu getiremediğiniz.
Bir ritüel belli ki ömür:
Ölenler ve yeni doğanlar. Yoksa bir
ruh transferi mi?
Ilgıt ılgıt esse ne olacak ya da deli
gibi? Nihayetinde bir yerlerde sızıp kalıyor iç sesimiz.
Durağan ömre katık yaptıklarımız ya
da katıp katıp borçlandığımız hayal perisine.
Bir mezurayı elimize alıp boyumuzu
görüntümüzü biçmek adına belki de sonra da toz kondurmadığımız yetilerimiz hâlbuki
bilemiyoruz yetim düşlerimizin maruzat bellediğini.
Aklımın kepenkleri ne kadar kapalı
olsa da kendimi alamadığımız görüntüler. Kâh evin içinde kâh dost meclisinde kâh
yaftalandığımız satır aralarında kâh bir süpermarketin çıkış kapısında. Neden
giriş değil de çıkış kapısı peki?
Sahiden, an itibariyle düştü aklıma
bu farkındalık. Girenler mademki çıkacak iyi de çıkanların geri dönme ihtimali
yok mu?
Olmaz mı efendim hele ki son
alışveriş yaptığınız kasadaki görevli kocaman o sahte gülümsemesine kondururken
buse makamındaki sihirli sözcükleri…
‘’Efendim, şu kadar ek puanınız oldu
ve bir sonraki gelişinizde…’’
Kulaklarımı tırmalayan o uğultu ve
yine cüzdana pelesenk olan yoksa kredi kartı mı demeliydim? Ve evet, ömrünce
kredi kartı kullanmayan çağın gerisindeki bir deli olarak… Neyse, sonuç
itibariyle şartlar ya da seçimler bir şeylerden feragat yapmamıza vesile oluyor
belki de bir kazanım kimine göre.
Aslında konu; ne hiçliğimiz ne de
yokluğumuz bilakis var olduğumuza kanaat getirdiğimiz kibrimiz.
Hayli şatafatlı bir terim belki de afakî
bir öngörü yoksa benliği ve mizacı yaftalayan bir hedef tahtası mı hele ki her
birimiz kapitalist sistemin çoktan seçmeli hedef tahtaları olmuşken.
Ne bir uyarı ne bir önerge ne de
kayıp ve kazanım babında bir sunum sadece hayatın garipsediğimiz gölgelerinden
bir mizansen hatta resmini çekmek üzere yeltenmiştim ki… Neyin resmi ya da kim
bana bu hakkı vermiş olabilir ki üstelik tüm iyi niyetimle ve de tüm
acımasızlığımla-genel kabuk görmüş sosyolojik bir açılım adında bir mensubu
olmam vesilesi ile deyip kendimi aklayım öncesinde.
Aslında zıt düştüğüm; hem kendimle
hem de ekonomik bir öngörü paralelinde lakin tüketim çağında üstelik aç kalma
tehlikesini de göz ardı etmeden hele ki indirimli ürünlere de bir dokunmak
adına gelişen aç gözlülüğümüze oy attığım o sandık kutusu seçmenlerinden biri
olarak üstelik iki sene evveline kadar boşa düşmüş vatandaş sunumuna da layık
görülmüşken.
Aklımın ve yüreğim fıtratında artık
nasıl bir ruh hali içindeysem uzun bir yürüyüşün, eve dönme pervazında yine de
utanıyorum hem kendimden aslında hep kendimden ve ne yazık ki bizlerden ki
şimdi nasıl geçiştirmem gerektiğini de bilmeden hele ki Hakkın nezdinde nasıl
nasıl suç ve günah sahibi isem yine de… Tamam, söz savunmanın.
Geçenlerde medyada dolaşan o
görüntünün bire bir örneğine rast gelmekse yorgun ruh halimin dolandığı
depresif kıyılar aslında bir sokak köpeğinin açlığına, sefaletine ve
yalnızlığına bir göz atıp ve yolumu değiştirme kaygısı değil de almam
gerekenleri düşünüp yolumun üzerindeki-tam olarak değil belki de karşı
istikamette yine de söz konusu alış veriş ise ve gereksinim başlığı altında
neyi almam almamam konusunda gel-gitler taşıyorken…
Kanıksamak ya da görmezden gelmek:
evet, bir öncesi yine yol üstünde kıvrılmış tabir-i caizse siyah denen renkten
tam anlamıyla nasiplenmiş kir pas içerisinde ve bir o kadar da umarsız iken
yine de bana seslenip aç olduğundan dem vurup. İşte bu da ayrı bir nokta zira
aç ve muhtaç olduğunu söyleyen herkese yardım etme istemime eşlik eden de bir
öngörü ve evet: yine söz savunmanın.
İki ya da üç saatlik yürüme
mesafesinde mağdur kaç insana rast geliyorsam ve içimdeki şeytan kulağıma
fısıldarken:
‘’Bu dünyayı sen mi kurtaracaksın?’’
Hatta Suriyeli bir aileye rast gelip
yine kendi dillerinde arkamdan sayıp dökerlerken ve yine aynı gün; benden yarım
ekmek döner talebinde bulunan bir diğer çocuk.
Belki de günde en az bir aylık asgari
ücret yardımı yapsam yetmeyecek iyi de bana kim yardım edecek gerçi cevabını
biliyorum ama ve evet, söz savunmanın.
Dünyayı kurtarma imkânım olsaydı
belki de öncelikle kendimi kurtarım Mars’a gidiş biletimi alıp en azından
nefret ve bencillik zehirlenmesinden ölmezdim ki ben de o bencillerden biri
olduğumu kolaylıkla itiraf edebilirim belki de günümüz tabiriyle: akılsız ya da
sıra dışı. Geçtim.
Aklımın ırmaklarında kazanlar
kaynarken kendimi dışarı atmak aslında Ağustos güneşine itibar edip bu sefer de
sıcakla yüz yüze kalmak her ne kadar mevsim denen mefhum hep içimde saklı olsa
da gelin görün ki biyolojik yapım ters düşmekte aklımın sakıncalarını ve
öngörülerini ne zaman bertaraf etmek istesem.
O aç ve sefil köpek ve ben çizdiğim
zig zaglarla hala bir yerlere varamamışken bir de baktım ki süpermarketin çıkış
kapısında kafasını o siyahtan ten renginin bile seçilmediği güzeller güzeli
oğlan çocuğunun dizine koymuş ve iki kayıtsız kafa baş başa.
Yüreğimin merhemini her yere sürmek
istedim o an ve yine hangi akla hizmetse onları resmetmek iyi de ne hakla hele
ki tam görüş alanına girmişlerdi ki derhal iptal ettim çekimi ve kaydı aslında
çocuğun gözlerindeki donuş bakış hayli korkutmuştu beni. Belki çok saçma ama ya
da vicdanımın bir uyarısı mıydı? Şimdi düşünüyorum da; bu yaştaki bir oğlan
çocuğu-sokağa ait bizlere göre ya da sahipsiz devlete göre ve devlet koruması
altına alınması gereken ya da benim korumam altına alınabilir mi iyi de beni
kim koruma altına alacak?
Avaz avaz bağırmak istiyorum ve evet,
gerekçesi yoksa kanına ve vücuduna karışan yabancı bir madde miydi de bu denli
kayıtsızdı yoksa kimsesizliğin ve açlığın sunduğu bir sendrom muydu?
Böylesine etkin ve delişmen bir
yoruma baş koyup da o çocuğun şu an nerede olduğunu merak etmemek olası mı?
Geçti gitti kimine göre lakin
gözlerimin önünden gitmek bilmeyen o son bakışı unutmam da mümkün değil.
Marketin çıkış kapısında süregelen
bir nöbet ve eli kolu poşetlerle dolu biz tüketim çılgınları yine de bunca
adaletsizliğe tanık olup da o lokmalar boğazımızdan nasıl geçiyorsa…
Göz göze geldiğimiz yetmezmiş gibi o
küçük ve siyah ellerini bana uzatıp da… Bırakın bu da bana kalsın ve
paylaştığım üç beş şey ya da lokma en azından o gecelik uykumda vicdanıma
rüşvet vermişken.
Sözüm ona yazın tadını çıkarmak ve
güzel havadan nasiplenmek belki üç beş çılgınlık yine aklıma esen ne ise ve bol
bol insan gözlemlemek bir o kadar aç ruhuma ferahlık veren ve nasiplenmek
güzelliklerden ya da çirkinlikleri görüp umarsızlığın da dik alası iken
gündelik yaşantımızı ve alışkanlıklarımızı değiştirmeden ve asla da kendimizden
taviz vermeden.
Aslında son bir ayrıntı yine canımı
sıkan gerçi ortada gülümseyecek bir şey yoktu da o küçük çocuk için yine de
gülümsememe karşılık vermesini çok isterdim ama köpeğin gülümsediği o kadar
aşikârdı ki.
Ne de olsa; söz savunmanın ya o
çocuğu kim savunacak ya a savunmalı ya da bizlerin ihmalkârlığını?
Yalnızlığa ve kimsesizliğe dair ne
çok hikâye ve ne çok kinaye yine bizler içimizin trafiğinde bol bol isyan ederken…
Ya, sizin savunmanız ne?
Bir insan nereye kadar ya da kaç
kişiye yetebilir ki hele ki bir ömür kendine bile yetememişken?