Artık benimsin! Değil annen ordular gelse alamazlar
seni elimden!”
“ Kadın
oldun, benim kadınım!”
Ormancı deli lakaplı
Ahmet söyledi bu sözleri. Ormanda Bahtışen’le birlikte olduktan, kızı iğfal
ettikten sonra ağzından çıkan ilk sözlerdi bu sözler. Uzun konuşmadı. Yaptığı
işten fazla mutlu olmamıştı. Kendi fikrince eylemini masumane buluyordu yine de.
Kız annesinin muhalefetini kırmanın yolunu böyle buldu.
Karşısında ezilmiş,
ufalmış bir kadın duruyordu. Şaşkın ve çaresiz! Yıkık ve perişan! Yazgısı,
adının anlamına aksi yönde biçimlenen Bahtışen. Haziran ayında üzerine yumurta
büyüklüğünde dolu yağan gelincik tarlasında taç yaprakları dökülmüş, al rengi
kirlenmiş bir gelincikten farksızdı. Evinin yolunu zorlukla buldu. Sessizce
kendi odasına çekildi. Durumunun bu hale geleceğini tahmin edememişti.
Babasını ilkokula
başladığı yıl, yedi yaşında kaybetmişti. Doya doya baba sevgisi yaşamadı. Ürkek
ve korkak büyüdü. Babası yaşasaydı daha bir öz güvenli büyür, her ıslağa kulak
vermezdi.
Ormancının tatlı diline
kolayca kanıverdi. O’nu kendisini koruyup, kollayacak güvenli bir liman olarak
gördü. Gölgesine sığındı. Yetesiye tatmadığı baba sevgisini bu adamda bulduğunu
hissetti. Adam, hem baba şefkati gösteriyor hem de güçlü kuvvetli ve de varlıklı
müstakbel bir eş olma ümidi veriyordu. Ne büyük hayaller kurmuştu. Her köylü kızı gibi allı-pullu duvaklar
içinde davullu-zurnalı düğünle gelin olmayı ne kadar da istemişti. Gönlü
kırıktı! Yaptığına pişman oldu. Keşke tutarlı davransaydım! Tenhalarda buluşma
önerilerini kabul etmeseydim diye kara kara düşüncelere gömüldü. Lakin
keşkelerin para ettiği bir pazar hiçbir yerde kurulmadı…
Ormancı, sevdiceğinden
ayrılınca hemen evine dönmedi. Dağlardaki karların erimesiyle iyice coşan çayın
kenarına gitti. Suyun akışını üzün süre izledi. Ruhunda anlamlandıramadığı bir
sıkıntı vardı. Doğa, tatlı bir sessizliğe büründü. Sadece çağlayarak akan çayın
sesi oluşan bu sessizliği bozuyordu. Bir an Bahtışen’i düşündü. Kızın canını ve
de ruhunu çok mu acıtmıştı! Acaba şu anda iç dünyası ne âlemdeydi!
Her ne kadar da eylemini
haklı bulsa bile; doğru bir iş yaptığından tamamen emin değildi. Gerçekten
eylemi normal mıydı? Kendi kız kardeşinin başından böylesi bir olay geçse
kolayca kabullenebilir miydi? Hayır! “Kız kardeşim düğünsüz, derneksiz bir
erkekle birlikte olsa onun kemiklerini kırar, erkeği de yaşatmam.” Diyerek için
için söyleniyordu…
Peki, çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi
kendisine niçin batırmamıştı. Köyde doğup büyümüş, köy kültürü almıştı oysa.
Ayrıca Müslümandı. Ne ananeler, ne din eylemini olumlamıyordu. Lakin kendine
özgü mazeretleri vardı: Kıza tutulmuştu delicesine! Aşk ferman dinlemez! Gece
rüyalarını, gündüz hayallerini süsleyen periler gibi güzel bir kızı elinden
kaçırırım kuşkusunu gidermek adına onaylıyordu eylemini. Gece ilerleyince hava
gitgide soğudu. Üşmeye başladı. Evine döndü.
Çocuktum. İlkokul beşte
okuyordum. Karların erimeye başladığı soğuk bir mart sabahına uyandım. Evimizin
çevresindeki çayırlarda ada ada karlar erimiş, yeşil çimenler boy göstermeye
başlamıştı. Hava da kar sesi vardı. Biraz sonra da yağmur çiselemeye başladı.
Az sonra yağış kara dönüştü. İnsan ruhunu sıkan soğuk bir gün başlıyordu.
Ardahan-Şavşat Karayolunun
yakınında, köyden yürüme üççeyrek saat mesafede uzaklıkta idi köy evimiz. Bu
iki ilçe arasında yolculuk yapanlar özellikle kış mevsiminde konuğumuz olurdu.
Köyden hastahaneye gidenler, geri dönenler çoğu kez bizde soluklanır, yatıya
kalır daha sonra yolculuklarına devam ederlerdi.
Köpeklerimiz köy tarafına
doğru havlamaya başladı. Bir atlı hızla evimize yaklaşıyordu. Sabahın daha ilk saatlerinde gelen kim diye
meraklandık. Babam atlıyı karşıladı. Binici üzgün ve karamsar, atı köpükler
içinde terliydi. Evet, atlı, ormancı deli Ahmet’ti. Heyecanla babamla konuşmaya
başladı:
“Ali Ağa, hastam var!
Kağnı arabasıyla getiriliyor. Durumu ağır! Hızla ilçeye gidip hastahanenin
jeepini getireceğim. Lütfen hastayla ilgilenin.” Sözlerini bitirip atını ilçe
istikametine doğru sürdü. Annem çabucak konuk odasının sobasını tutuşturdu.
Biraz sonra çamurlu
tarlalardan bata çıka gelen bir kağnı gözüktü. Bir adam ve iki kadın kağnının
yanında yürüyordu. Hasta arabaya serili yatağın içinde yarı baygın yatıyordu.
Bir telaşla hastayı konuk odasına taşıdılar.
Kardeşimle beraber merakla olup biteni izliyorduk. Ormancının hastası, köyümüzün
güzel kızı Bahtışen’den başkası değildi. Al yanakları solmuş, dudakları
uçuklamış yarı ölü bir durumdaydı.
Okul vakti yaklaştı.
Kardeşimle kahvaltımızı yaptık. Ellerimizde tahtadan çakılı çantalarımızla
okula yollanırken ilçeden gelen jeep klakson çalıp geldiğini haber veriyordu.
Annem ve diğer kadınlar hastayı evden çıkardılar. Yola doğru yürümeye
başladılar. Arkalarından baka kaldım bir an. Bahtışen, birkaç adım yürüdükten
sonra düşecek gibi oldu. Kadınlar koltuğuna girdiler. Hastayı düşe kalka aracın
yanına taşıdılar. Jeep ilçeye, kardeşimle ben okula doğru yöneldik.
Aradan iki gün geçti.
Okul paydos olmuş kardeşimle eve dönüyorduk. Köyü henüz çıkmış, evimize
yaklaşmıştık. Köyümüzün erkeklerinden
kalabalık bir gurupla karşılaştık. Kafile bir tabutu taşıyordu. Öğrendik. Cenaze
köyümüzün en güzel ve en talihsiz kızı Bahtışen’miş. Çocuk kalbimle daha iki
gün önce hasta olmasına karşın yaşayan bir güzel insanın aramızdan ayrılmasına
ablam ölmüşçesine üzüldüm. Hıçkırıklarla ağladım.
Bahtışen’in kara bahtına köyde
herkes üzüldü. Ölen geri gelmiyor! Ah, vah etmenin bir anlamı yok. Koskoca bir
köy, ormancının şerrinden bir evladını koruyamamıştı!
Hastalık ve ölüm nedenini
sonradan duyduk. Evlendiğinin daha üçüncü ayında karnında çocuk hareket etmiş. Böylece evlenmeden ormancıyla buluştuğu
haberi köye yayılmış. Durumunu kabullenemeyen çocuk yaştaki genç kadın köy
yöntemleriyle çocuk düşürmüş! Aşırı kan kaybıymış ölüm nedeni.
Öykümüz maalesef
böylesine hazin bir sonla noktalandı. Lakin Bahtışen’in yaşam öyküsünü farklı
bir biçimde sürdürsek kıyamet mi kopar? Örneğin: Şöyle olamaz mı? Niçin olmasın?
Olabilirdi…
Bahtışen, beş sınıflı köy
ilkokulunda okudu. Her yıl sınıfının en çalışkan, okumayı tutku düzeyinde seven
kızlarından biriydi. Ödevlerini aksatmadan yapar, çevresine neşe saçardı.
Sınıf öğretmeni, Cilavuz (Kars-Susuz ilçesinin eski adı) Köy
Enstitüsü mezunu; kendisini öğrencilerine adamış bir öğretmendi. En büyük
tutkusu okuttuğu öğrencilerinin ilkokuldan sonra öğrenimlerine devam etmesini
sağlamaktı. Köy çocuklarının ancak nitelikli bir eğitimden sonra yoksulluk
zincirlerini kıracağına inanıyordu. Kendisi de bir köy çocuğuydu.
Çocuğunu ortaokula kayıt
yaptırmayan velileri kararlarından döndürmekte ne çileler çekti. Tüm zorlukları
aşmanın bir yolunu bulurdu. Yoksul öğrencilerin giderlerini kendi maaşından
karşılar, onların öğrenimlerini sürdürmelerini sağlardı. Köydeki varsıl velileri
bu işe ortak etmesini de bir biçimde becerirdi.
Kızlarını okutmak istemeyen veliler öğretmene rast geldiklerinde
yollarını değiştirmekle işin içinden çıkacaklarını zannederlerdi. Fakat
öğretmenin tatlı dili, ikna gücü onları da yola getirirdi.
Bahtışen’in İlkokulu
bitirdiği yıllarda köylü kızlar için en ideal meslek ebelik mesleğiydi. Üç
yıllık bir eğitim-öğretim süresi yeterliydi ebe olmak için. Ebe okulu Bahtışen
için biçilmiş kaftandı. Fakat ailenin ekonomik durumu kızlarını okutmaya
elvermiyordu. Üstelik ailenin direği baba yıllar önce ölmüştü. Geride anne
Sultan Hanımla bir kız bir erkek umarsız kalmıştı.
Bahtışen’in normal
koşullarda öğrenimine devam etmesine olanak yoktu. Yetim ve çaresiz bir kız.
Okulun giriş sınavlarına nasıl gidilecek? Üç yıl sürecek okul giderleri nasıl
karşılanacak?
Zeki bir kız köyde
kaybolmamalı. Bahtışen için Alimerdan öğretmeninin kafasında makbul çare çoktan
şekillendi. Öğrencisini ebe okuluna yönlendirmek. Ebe okullarına kayıt
koşullarından birisi öğrencinin en az on beş yaşında olmasını gerektiriyordu.
Bu nedenle ilkokulu bitirdikten sonra yaşı uygun oluncaya kadar köyün diğer
yoksul kızları gibi Bahtışen’de birkaç yıl bekledi.
Bu süre içinde
öğretmenimiz kızlarla sürekli iletişim içinde oldu. Onlara kitaplar sağladı.
Zaman zaman evine davet etti. Okumaktan soğumamaları için yönlendirici
konuşmalar yaptı. Yaşları yetince de genç kızlık yolunda hızla ilerleyen
öğrencileri sınava kendisi götürdü.
Dar gelirli ailelerin
kızlarının okul giderlerini köyün varsıl ailelerine paylaştırdı. Bahtışen’in ve
Aynur adlı başka bir öğrencisinin giderlerini kendisi üslenecekti.
Sultan Hanım kızının
okumasını, kendisinin yaşadığı çileli hayatı yaşamasını istemiyordu. Kızının
öğretmenine uçsuz bir saygı duydu. Seve seve kızı uğurladı. Sınav sonuçları
köye geldiğinde en çok sevinen Alimerdan öğretmen oldu. Kızların hepsi giriş
sınavını kazanmıştı.
Haftalar, aylar, yıllar
ne çabuk geçti. Üç adet üç yüz altmış beş gün çabucak bitiverdi. Kızlarımız
idealist duygularla sağlık ordumuza katıldılar. Onlar, görev aldıkları
köylerimizde öncelikle hamile kadınlarımızın dertlerine derman oldular.
Atandıkları köylerden öğretmenlerine mektuplar
yazdılar. O’nu hiç unutmadılar. Yeni yaşamlarından kesitler sundukları duygu
dolu mektuplaşmalar yıllarca sürdü.
Bahtışen, Karadeniz
Bölgesinde bir bucağa atandı. Doğduğu köyde işler bitince annesi Sultan Hanımı
ve kardeşini de yanına aldı. Ve kardeşini ortaokula kaydettirdi. O artık
ekonomik bağımsızlığı olan özgüveni tam bir bireydi. Aile terbiyesi ve
okullarda aldığı eğitim sonucu edindiği donanım sayesinde karşısına çıkan
zorlukların kolayca üstesinden gelebiliyordu.
Göreve başladığının
beşinci yılında çalıştığı köyün ilkokulunda çalışan bir öğretmenle anlaşarak
evlendi. Şimdi güzel yurdumuzun şirin bir kentinde devlet hastahanesinde görev
yapıyor. Görevinden öte en büyük tutkusu özellikle yoksul insanlarımıza yardım
elini uzatmaktan tanımsız mutluluk duymaktadır. Severek evlendiği eşiyle her
yıl bir yoksul öğrencinin okul giderlerini karşılamak gibi bir eylemi de
aralıksız sürdürmekteler…