Yeni bir mektup yazmanın zamanı geldi
baba aslında konuşmak isteyeceğim ilk yoksa son kişi misin, bunu da belleğimde
yuvarlayıp duruyorum: tıpkı lafı ağzımda geveleyip söz yine dönüp dolaşıp
şahsıma gelirken.
Sözcükler un ufak, baba belki de
mahremiyetin sorgulandığı şu safsata dolu dünya gibi.
Hazırlıksız yakalandım sana zira
eteğimdeki taşları defalarca dökmüştüm. Yine ziyan dolu bir günün sarmalında
geceye devrildiğim belki de sıradanlık arz eden sıra dışılığın merkezi.
Kimliğin mi yoksa benim aczi yetim mi
bunu mecbur kılan sanırım akla ziyan sözcük öbekleri aklımın kepenklerini bile
yıkıp geçiyor sonra da sığındığım şu sözcük deryasında tüm saflığımla saf
tuttuğum yetmezmiş gibi bir de sırtımdan bıçaklanıyorum.
Söze nereden başlasam ki… a, evet,
güven kelimesinin içini deşip de yine içine harç konulan bir dolma gibi bir
şeyleri ters yüz ettiğimiz. Doldur, doldur ve boşalt sonra da o boşluğa nazire
eden insanların sessiz kimlikleri ya da cımbızla seçtikleri ve mimlendiğim
cümleler…
Kime neyi nereden başlayıp da
anlatsam aslında metazori bir görev tanımlaması yapıyorlar sanki ben istemişim
gibi bu dünyanın sunumunda rehavete kapılıp da gerisin geri kaçtığım o duygu
harmanı.
Bu mektubun girizgâhı bu mu olmalıydı
yoksa hiç mi olmamalıydı? Hem nasiplendiğim hem çöreklendiğim sonra da somurtup
her inzivaya çekildiğimde ip cambazı gibi düşme ihtimaline duyduğum aşka
yakışır bir şehvetle ölümü arzuladığım.
Ne, yani, ölümü düşünmek bu kadar mı
kaçkınlığın rotası ya da ömrünü heba edip tam da rahata ereceğine nail
olduğunda?
Ölümsüz değiliz ki hiç birimiz hem az
sonra başıma bir kalas düşmeyeceği ne malum zaten yeteri yıkım ve tahribat
varken hem ruhta hem de şehri İstanbul’da? Yaşıyor olmamız bile bir mucize
üstelik.
Şimdi desem ki… o da dese ki: ‘’Ne
var, yine?’’
Şimdi demesem ki ama deseler ki:
‘’E, yetti ama.’’
Bakar mısın, baba, mezarında bile
rahat vermiyorum sana ya, ben ne yapayım? En azından yerini yurdunu bildin ve
bu dünyanın tüm kirlerinden ve kininden muafsın.
Hele ki şu son on yıla bir baktım mı
geniş bir açılımla…
Ya da son beş sene mi demeliydim?
Bu gün ağzımdan kaçırdım çok sevdiğim
bir dostuma:
‘’Bak…’’dedim. Yine söz dolandı bana
geldi.
‘’Sen de her şeyi üstüne alınma. Hem
alışmadın mı bunca sıfatla bu kadar içli dışlı iken insanlar, varsın bir sıfat
daha eklensin isminin başköşesine.’’
Kime ne diyeceğimi bilemez haldeyim
bu yüzden yazmak iyi geliyor ya belki de hiç tanışıklığım olmamalıydı bunca laf
cambazı yalnızlıkla içli dışlı iken.
Asla gocunmuyorum. Asla
yargılamıyorum lakin savcı ve hâkim atanma seansları sonrasında kendime
yaptığım telkin mahiyetinde üç beş satır karalamasam bil ki; senden daha fazla,
çektiğim kabir azabı.
Hep derim de: ne gerek var ebedi ikametgâhın
korkutuculuğunu uzun uzadıya yordamaya hele ki bizler hepten bedenimiz
içerisinde kabir azabını yaşarken?
İyi kötü bedenlerimiz var ya da
mükemmel olmasını arzuladığımız gel gör ki; bunu ruhumuz için dilemiyoruz. Ne
meleğim ne şeytan lakin beşer olduğuma dair de şüphelerim var ve inanılmaz
kaygı doluyum.
Yaşıma nazire eden çılgınlıklarım
oysaki nasıl da halis munis bir insanım-insandım desem daha doğru zira beni de
kendilerine benzetmeye az kaldı.
Öğretiler, değil mi baba?
Hani, özellikle namus bekçiliği
yaptığın ergenlik dönemlerinden bana hala o sorgulamayı yapan birilerinin
olduğu gerçeği-sanrısı demek isterdim lakin her şey ve çoğu insan bu denli
raydan çıkmışken.
Ve sunulan görüntü:
‘’Biz arkadaşız.’’
Muhtemel.
Ya da bana ne?
Ya, benden kimilerine ne, deme hakkım
yok mu ya da hiç mi olmamalıydı?
Kereler…
Keşke’ler…
Söz dönüp dolaşıyor, maddi kaygıların
bile ayyuka çıkan tınısında benim seçimlerime geliyor. Ya da mecburiyet
babındaki yol ayrımlarım.
Dünümü asla gömemiyorum.
Günümle ilgili pek de olumlu bir
gelişme yok.
Yarınlar mı?
Bari sen sorma baba.
Kursağımda kalan mutluluk aslında
kendimce mutlu iken hüznümün sorgulandığı. Ne yani, kim koydu ağlamama şartı?
Hem mutlu olmadığım ne malum?
Sanırım dünyevi hırslar ya da
perspektifi çoktan heba olmuş arzular…
Barışık olduğum mu yoksa kavgalı olup
kendime sunum yaptığım her an mı?
Bir de buna dış etkenleri ekle.
Hani olur da gözü kayar insanın ya da
içten bir gülümsemeyi hediye edersin yanındakilere belki de uzağında duran bir
yabancıya.
Aman, efendim, neymiş?
Tabii ki herkes kendi ayarını
yapmadan ayarını bozmaya kalkmıyor mu bir diğerinin?
Bu kadar korumacı ve gözetmen erbabı
bir aileden geldi mi insan…
Yoksa gözümde fazla mı büyütüyorum
onun bunun düşünce silsilesini?
Ne gam, baba. Hele ki söz dönüp
dolaşıp bir başkasına geldi mi anında racon kesiyor söz birliği etmişçesine kim
ise yine tekil benliğime nazire edip de çoğunluk katsayısına erişmişken.
Zorda değilim.
Zor zanaat olduğunu öğrendim aslında:
neyin mi? İnsan gibi yaşayıp, insan gibi muamele edip de aynı oranda anlayış ve
muamele görmenin ne zor olduğunu.
Beklentiler…
En sıkıcı olan da bu.
Nasıl da değişken. En başta da senin
benden beklediklerin ve ışık hızında gittiğin.
Eh, ben de az değilim hani: Işık
hızında büyüdüm, büyüdüm sonra da küçüldüm.
Komik aslında sanırım en çok da kendi
aptallıklarıma gülüyorum ve hala aynı aptallıkları kurgulayıp farklı
versiyonlarla vizyon bellediğim yanılsama oranında yaşıyorum ve yaşatıyorum.
An itibariyle nasıl mutlu olduğumu
hissediyor musun baba? İyi de bunu niye kimse görmüyor?
Yaşasın, yeni bir gün deyip de başladığım
şu boşluğa binlerce düşünce ve duygu tohumu ektim. Bakalım ne zaman
çürüyecekler ya da ne zaman solacaklar? Ne de olsa elimin de duygularımın da
ayarı yok. Tohum, dedim de: epeydir çiçek almıyorum. Zaten en son çiçek aldığım
canım dostum da Hakkın rahmetine kavuştu ya.
Ben de başka çiçekçiden alırım zaten
o kadını gözüm hiç tutmamıştı. Gözü mü kaldı ne? Çiçekleri gittim verdim ve
ertesi gün kadının cenazesi kalktı: kadın dedimse de benim rahmetli komşum ama
her nasılsa aldığım çiçekler dipdiri.
Nasıl da evrim geçirdiğim sana nasıl
da malum olmuştur, değil mi?
Bana da pes doğrusu: orada bile rahat
vermiyorum ya. Merak etme seni çok da özlemedim. Geride bıraktıkların zaten
beni yeteri kadar meşgul ediyor.
Ölümü kurguladığım bir mektup da
değil bu. Bir ara fazla içli dışlıydım ölü yazar ve şair kimlikleri ile.
Şimdilerde sağ olanların yazılarını okumaya çalışıyorum-zira devamını
getiremiyorum çoğu kitabın.
Gören de yirmi dört saat hafızlıyorum
sanacak.
Canım istiyor ve alıyorum aklıma esen
kitabı.
O adam, geçen gün uğradığım son
kitapçı: öylesine bezgin ve bedbin bir hali vardı ki hatta sorguladı beni günde
kaç saat kitap okuyorum, diye.
İyi de ben ona soruyor muyum,
kasasına kaç lira para girdi, diye.
Güzel günlerdi mazimizin bazı
zamanları. Öğretmenlikten emekli olsa da kopamamıştın çocuklardan ve
kitaplardan hele ki okul dönüşü ara sıra uğradığım o küçük kırtasiye
dükkânımız: şimdi yerinde yeller esiyor ne de olsa kentsel dönüşüm.
Sahi, insanlar da ruhsal dönüşüm
sürecine tabi olsalar da şu potansiyel kirlilik ve nefret yerini kinetik
mutluluğa ve sevgiye bıraksa.
Dedim ya; geç kalınmış bir mektup
belki de zamansız lakin N.K.’ın babasına yazdığı satırlara rast gelince seni ne
kadar ihmal ettiğim aklıma geldi.
Sanırım Thomas Buddenbrook’un
anlattığı bir öykü:
Hiçbir baltaya sap olamayan parazit
kardeşine anlattığı…
Roman ya da öykünün içeriği değil de
burada söz konusu olan: sadece o kahraman ve beşeri özellikleri. Muhtemel
kendimi eşleştirdiğim ya da her zamanki gibi kendimi bir yerlerde konumlandırma
ihtiyacı hissetmem.
Olması gerekenler aslında
yaşanmışlıkları mütemadiyen kıyasladığım/ız sonra da d/evrildiğimiz…
Belki de benim öyküm ya da bir
diğerinin. İroni nasıl da düğümleniyor zaman zaman ve simgeler derken imgeleri
koyuyoruz yaşanmışlıkların yerine sözüm ona saklanacağız en arkaya tıpkı sözlüye
kalkacak öğrencilerin sınıfın en arka sırasına kayması gibi.
Kayanlar.
Kaydırağımız ise hep hayat.
Kocaman bir ironi. Kocaman bir balon
ve derken ufacık bir iğne sayesinde boşalan o hava. Yoksa hava attığımızı sanıp
da mı kaçıyor havamız?
Dedim ya, dert değil. Allah ne
verdiyse şükretmek zaten mutluluk adına dönendiğimiz şu kâinatta birincil
kaide. Belki de bunu en çok senden duymak isterdim ya da hala ulaşamadığım
sevgili C.N. S.’dan.
Ulaşamadığım ne çok insan.
Belki de ulaşılmamak adına benimdir
kendimi hep geri plana attığım. Sanırım doğru vakti bekliyorum da bir türlü
gelmiyor o doğru zaman.
Müptelasıyım pek çok şeyin lakin
herkesten bir farkla:
Hiçbir maddi beklentim yok ki olmadı
da bu güne kadar ve ne yazık ki ilk hasar tespitinde suçlu bulunan yine benim
aykırı kimliğim.
Varlık deyip de çıktığım yolda, rast
geldiğim hiçliğim: neyse ki muhatap olduğum o Ulvi Mercide böyle bir derdim
yok. Merak etme, henüz kalan aklımı korumakla mükellefim lakin uçmayı da
seviyorum her ne kadar kendi kanatlarımda hep bir ağırlık hissetsem de.
Kaydırağımdan bu gün de kaydım hem de
inanılmaz bir keyifle yine de bu keyfi almama vesile olanlara ilk etapta dudak
bükmüştüm.
Okumanı dilerdim tüm yazdıklarımı.
Yoksa dilemez miydim?
Ya, seni özledim mi?
Bırak da bunun cevabı bende kalsın.
Rahat uyu.