Çocukluğum göğe komşu topraklarda geçti. Köydeki kır
evimizin rakımı tam 1500 metredir. Bizde kasım ayı başlarında kar yağmaya
başlar. Kar yağdığı zaman şöyle 10-15 santim yağmaz. Doya doya yağar kar bizim
diyarlarda. Çoğu kez bir metre yağdığı çok olur. Kırlar, çayırlar, dereler
beyaza keser. Meyve ağaçları, evimizin karşısındaki ormandaki iğne ağaçlar
bembeyaz kürklerini giyerler. Ağaçların kürklerini giymiş aristokrat
duruşlarının güzelliğini betimlemeye kelimeler yetersiz kalır.
Karlarla
kaplı ormanda hele bir de rüzgâr çıkmaya görsün. Siz seyreyleyin o zaman
manzarayı. Ağaçların üzerlerinden havalanan taze karlar çöllerde oluşan kum
fırtınaları gibi kar bulutları oluşturur. Ormanı bir anda kesif bir kar sisi
kaplar. Bazı günler oluşan kar bulutu evimizin bulunduğu yerleri de içine alır.
Kısa bir süre göz gözü görmez olur. Öylesi günlerde güneşi beklemek sahralarda
su aramaya benzer. İlkbaharın gelmesine ise ayların geçmesi gerekirdi.
Uzun kış
ayları süresince karın yağacak hali yok. Günlerce süren kar yağışı, rüzgârlar,
tipi nihayet durulur. Yağan karlar birazcık oturur. Yine de ağaçlarını beyaz
kürkleri yerli yerindedir. Güneşin evimizin karşısındaki tepeden solgun
ışıklarına özlemle bakarız. Sırtımızın ısınması için daha kaç günün geçmesi
gerekeceğinin hesabı yapılmaz. Martın sonunu, nisanın ortalarını beklemek
gerekir güneşin altın ışıklarını görmek için…
Günlerce
kar yağışının sürdüğü soğuk bir kış mevsimi yaşıyorduk. Beş yaşında bir
çocuktum. Okul, defter, kalem benim için soyut değerlerdi. Okula giden ablamdan
defter, kalem, öğretmen sözlerini duyardım. Ablam bazı günler okuldan eve
döndüğünde anlatırdı:
“Bugün
öğretmen beni tahtaya kaldırdı. Şiirimi şaşırmadan ezber okudum. Arkadaşlarım,
şiirlerini şaşırmadan okuyanları alkışladılar.” Ablama sordum:
“Abla,
‘alkışladılar’ ne demektir?” Ablamla beraber annem ve babam soruma güldüler.
Büyük ablam gerekli açıklamayı yaptı.
“Bir şeyi beğendiğini, onayladığını
göstermek için el çırpmak.”
Her geçen
gün yeni yeni bilgiler öğreniyordum. Kar yolları kapamıştı. Evimiz köyden sapa
bir yerdeydi. Yeni bilgiler öğrenmek için yeni yeni yüzler görmek mümkün
olmuyordu. Yakınımızda bir tek komşumuz bile yoktu. Her gün babam ve büyük
ablalarımın birisi hayvanların beslenmeleri ile ilgilenirlerdi. Merekten
(samanlık) hayvanlara ot ve saman verirlerdi. Hayvanları sulamak gün içinde yapılan
mutat işlerdi.
Annem,
yemek, bulaşık gibi ev işleriyle meşgul olurdu. Babamın, benim ve kardeşimin
elbiselerimizin yırtık, söküklerini dikmek, yama yapmak da annemin yaptığı
diğer işlerdi. Ablalarım kilim tezgâhından başlarını kaldırmazlardı. Kardeşimle
ben hayvanların beslenmesi, su içmek için yalağa girmesini seyrederdik.
Doğada
beyazdan başka hiçbir rengin gözlenmediği soğuk bir kış gününe uyandık. Annem
sabah çorbasını pişirme telaşındaydı her günkü gibi. Babam ve ablam çoktan
hayvanları beslemekte meşguldü. Kardeşimle ben sağdık suyla yüzümü yıkayıp
sobanın yanında yerimizi aldık. Babam kardeşimle beni dışarı çağırıyordu.
Çabucak babamın yanına vardık. Babam karşıki yamaçları göstererek anlatmaya
başladı.
“Çocuklar,
karşıki yamaçların yukarısına dikkatle bakın. Ne görüyorsunuz?”
Evimizin hemen karşısındaki
ormanın batı tarafında geniş çayırlar uzanır. İşte o çayırların en üst başında,
ormanın kenarında iki köpek yavaş yavaş yukarılara doğru yürüyordu. Kardeşim
heyecanla:
“Baba iki tane köpek karların
içinde yürüyorlar.” dedi.
Babam hafif tebessümle
gülümseyerek konuşmaya başladı:
“Gördüğünüz hayvanlar köpek
değil. Onlar kurttur. Aç kurtlar! Yiyecek bir şey bulamamışlar. Umarsızca
dolaşıyorlar.” Babam sözlerini sürdürdü:
“Hava soğuk. Dışarda kalıp
üşümeyin. İşlerimi bitirdiğim zaman evde toplandığımız zaman size kurtlarla
ilgili bir şeyler anlatırım…”
Kurtların yavaş yavaş
yürüyüşlerini seyrettik kardeşimle. Belli ki hayvanlar aç kalmışlardı! Uzaktan
da olsa acınacak durumda oldukları fark ediliyordu. Karları yara yara
yürüyorlardı. Kısa bir mesafeyi hayli uzun sürede bitirip ormanın
derinliklerine dalıp kayıp oldular. Bizde sobanın başına koştuk. Ellerimi
ısıtırken babamın kurtlar hakkında neler anlatacağını merak etmeye başladım.
Babam hayvanların bakımını
yaptıktan sonra odaya girdi. Önce sobaya yaklaşıp ellerini ısıttı. Kardeşimle
bir an önce babamın kurtlar hakkında anlatacaklarını heyecanla bekliyorduk.
Meraklı bakışlarımız babamı harekete geçirdi:
“Çocuklar, kurtlar bizlerin
azılı düşmanlarıdır. Koyunculuk yapan her köylünün kurtlarla ilgili hoş olmayan
anıları vardır. Kuzuyu kurda kaptırmayan çoban az bulunur köy yerinde!” Babam
coşmuştu. Sürekli anlattı:
“Özellikle ilkbaharda kurtlar
aşırı saldırgan olurlar. Çobanlar ne kadar dikkatli olsalar bile bir kurt
aniden sürüye dalar. Bir kuzuyu kaptığı gibi ormanın derinliklerinde kaybolur.
Kuzusunu kurdun kaptığı koyun günlerce meler! Kuzusunu arar. Kuzusunu kurda
kaptıran koyunların acılı melemesine can dayanmaz. Diğer koyunlar kuzularını
emzirirken bağrı yanık koyun insanlar gibi gözyaşı döker…”
Kurtların bu kadar acımasız
hayvanlar olduğunu ilk kez duyuyordum. Babama sordum:
“Kurtlar insanlara da saldırır
mı?”
“Bizim köylerimizde kurtların
insanlara saldırdığı duyulmamıştır. Fakat ova memleketlerde kurtların insanlara
saldırdıklarını duyardık.” diye soruma cevap verdi. Babam sözlerini şöyle
bitirdi:
“Cins köpekleri olan koyun
sahipleri ancak kurtların şerrinden emin olurlar. Lakin öyle iyi cins köpek de
her zaman ele geçmez! Benim gençlik yıllarımda çok cesur bir köpeğim vardı. Tek
başına bir kurdu yakalar, onun canına okurdu… Öyle bir köpek bir sürü koyuna
bedeldir…” Söze annem de katıldı. Ve şöyle bir söz söyledi:
“Uyanık çoban kurdun nasibini
elinden alır…” Demek ki, çobanlıkta da dikkatli olmak esasmış…
Kurtlar hakkında öğrendiğim
bilgilerle çobanların zor bir meslek erbabı olduklarını iyice kavradım. Oysa
kavalı, köpeği ve önündeki sürüsüyle çobanların dertsiz, tasasız insanlar
olduklarını zannederdim. Her doğan günle birlikte hayatın gerçeklerini
öğreniyordum. Doğada sürekli bir mücadele olduğu hele de köylerde yaşanırken
bire bir gözlenir. Kurtlar kuzulara, kargalar yeni çıkmış civcivlere musallat
olur…
Hayata tutunmak için doğa
koşullarını erken öğrenmek ve bu koşulların gereğini yapmak köyde yaşamanın ön
koşuludur. Annem ve babam günlük çeşitli konuşmalarında yaptıkları işlerin püf noktalarını
anlattılar biz çocuklara. Hala anımsarım. Annem:
“Erkenden kalkanın rızkı bol
olur. İş sabahın işidir… Benzeri nice güzel sözler duydum sevgili annemden...