B/ölüm ve çıkarımı yeniden
isimlendirilecek bir öğreti ne de olsa zifiri karanlığın künyesinde baş tacı
mevsim.
Kopuk bağlaçlar sanrılar
coğrafyasında, tanrısını arayan güneş ve hegemonyası.
Diri ve ketum izlek bir saltanat
sürercesine kallavi derinlikte kum birikintisine basıp da sağanağı kümeliyor
gölgeler derli toplu bir ölüme selam veren karanlık yüklü mahrem.
Servi ağaçları ve küredikçe kökündeki
kazıntıyı aslında sağaltmak dünü ve konuşlu olduğu hüznü.
Dip boyası gelen melekeler ve uçuşan
pembe bulutlar zaafların tutanağında birer methiye adıyor gölge ve boyutsuzluk
sancılı eksende sanrılı bir dipfriz.
Şimdi müspet ve menfi tüm olgular
selama duracak sonra da sağanağın kolladığı o ağaç dallarına serilecek kopuk
yapraklar ve kopuk bağlaçlar.
Kanan eziyet ne de olsa meziyeti
karanlığın ve uçuşan methiyeler bir sağanak ki rehaveti kandan; bir rahmet ki
kubbenin dolaylarında iç içe geçen yargılar.
Köhne bir lahit mi yoksa mevsimin
özrü iken soğuk ve bağnaz satırlar ve işte şair kadar sıra dışı belki de şiar
edinesi o kümülatif hacimde birer birer deşiliyor izafi çukurlar.
Gömmeye ne hacet?
Görmek mi? Akla zarar.
Bir g/örüntü ihlali ise ne gam ne
gam…
Suretlerin pembesinde mavi kanatlı
şarkılar bir kuşa özeniyor bir de kumaşı satenden gelinlik dikiyor martılar
kanlı tırnaklarında sayısız iğne ve kan çanağı gözlerinde iblisin nice lanet
pekişiyor ve pembeleşiyor da bulutlar.
Düğün konvoyu geceyi mezarlıkta
geçiriyor ne de olsa çoktan telef oldu arzular.
Mutluluk ne haris bir düş/müş meğer.
Mutlak mutlakıyet ise sıra dışı bir
havadis.
Kukumav kuşlar coğrafyasında
salınıyor yörüngesi kayıp sesler ve sedası zifiri bir yalnızlığa muktedir,
şehir aydınlanmayı bekliyor ve ekliyor Tanrı:
‘’Azıcık daha sabredemediniz.’’
Bir maruzat dillenen ve nidası yitik
yarınlar, demli mizaçlarda yosun tutan acılarla örüyor saçlarını kaderin dert
yüklü her sayıklama aslında gerçeğin ta kendisi.
Çapkın bir minval sözcük avına çıkan
şahin berduş bir rakımda çığlık çığlığa.
Tırnakları dibinden sökülmüş sırların
ve mafya mutluluk ne de olsa tereciye tere satan o tefeci, yoksunluğa kılıf
dikiyor ve tek seferde çekiyor içine göğün rakkasesi iken martılar, kayyum
atandıkları o minvalde insan kılığına girip sudan sebeplerle linç ediyor
evreni.
Sağaltım mağduru bir gök kubbe ve
olsa sesinden korkuyor yarınların: kuluçkada yatan kuşların esareti dolunayın
kanlı gözlerinde bir saltanat sürüyor adeta ve sırların surlara serildiği şehir
mafyası.
Lakayt bir rüzgâr kimi zaman ardını
toz dumana katan ve geniş mezhepli bir bulut aslında içindeki boşluğa hükmeden
o gün ışığını yok sayıp sadece geceye dikerken gözünü.
Ölümü irdeleyen yalnızlık bakir
notaların da kâbusu o sol anahtarı ve zincirleme melodilerden ibaret bir müzik
kutusu kimi zaman dans eden bir denizkızı mavi gözlerinden kumlar sızan ve gövdesinin
yarısı insan yarısı balık.
Derdest edilmiş cihan bir nebze de
olsa renk vermiyor ve fermanlar imzalanıyor kanatlarına aşkın, dolunay serili
ve kılı kırk yaran âşık ne de olsa seferi bir ölüm tanrısı kozasından taşan
ahkâmlar değil de feleğini şaşıran çivit mavisi gözlerinde ölümcül bir sese
yanıt veriyor hükmünü süren yalnızlık.
Geviş getiren her damla, asılı
kaldığı o sağanakta kurşun döktürüyor dünde kaykılan bir mizansen ki sükûnet
diliyor evrenden ve sadece içindeki boşluğu karalıyor kumaşı yırtık pelerinden
taşan dolgun kanatları ölüm meleğinin ve karaçalı misali yitimini başlatıyor
zaman ve kâbuslara zemin hazırlayan firari gerçekler tek seferde tek geçiyor
maziyi belki de yarından medet uman kumaşı ölümün aslında kayalarda takılı
kalmış ölü gelinin duvağı elbette sarkacın denk düştüğü kör noktadan gayrısı
yalanken.