İlkokul 2. Sınıf günlerimi anımsıyorum. Kitaplara ilgim o yılda başladı. 5 sınıflı,
yurdun en uzak topraklarında gökyüzüne yakın bir köy okulunda okuyordum.
Sınışın tahta tarafında köşede bir dolap, içinde de birkaç adet kitap vardı ya
da yoktu. Büyük puntolarla yazılı ayılarla ilgili bir kitap vermişti öğretmenim
bana. Sınıfta dakikada en fazla kelime okudum diye. Bir gecede okudum o kitabı.
Bu kez
Sam Amca’nın ülkesi ile ilgili bir kitaptı, dolaptan elime geçen kitap. Bu
kitapta, köyümüzün kadınlarına benzemeyen başı açık güzel bir kadın resmi
vardı. Çocukların bardaklarına süt dolduruyordu bir sınıfta…
Öğretmenimiz
dergi getirtti o yıl. Her hafta yeni dergiler gelirdi. Onları da bir ya da iki
günde bitirirdim. Sene ortasında okulu bitirmiş bir ağabey bana 5. Sınıf Tarih
kitabını verdi. Tarih kitabını masal kitapları hoşluğunda okuyordum.
Bir
gün okula erkenden gitmiştim. Sınıfta birkaç arkadaşım vardı. Okulun emektar
hizmetlisi sobayı tutuşturmuş, sobadan çatır çatır sesler yükseliyordu. Sobanın
yanındaki sırada oturup sesli sesli Atatürk ve Kurtuluş Savaş’ı ile ilgili
sayfaları coşkuyla okuyordum.
Öğretmenimin,
“Aferin, senin okuma sevgin beni çok mutlu ediyor!” Sözleri okuma zevkimi daha
da bir kamçıladı. Tarih kitabını birkaç kez okuduğumu anımsıyorum. Yüce
dağların eteklerinde kurulmuş 6 ay kış mevsimi yaşayan bir köy. Zengin sınıf
kitaplığı bulmak uzak köylerde Etilerle ilgili gömüt bulmak kadar olası
değildi.
Trabzon
Öğretmen Okulu’ndan yeni mezun olan büyük amcamın oğlu Zeki Ağabeyimin tarih
kitabıyla tanıştığımda 4. sınıftım. Osmanlı İmparatorluğu, Kurtuluş Savaşı daha
kapsamlı anlatılıyordu elime geçen, gerçekten de kalın Tarih kitabında.
Özellikle Osmanlıların yükseliş dönemi savaşlarını büyük bir coşkuyla okurdum.
Sonu zaferle biten Niğbolu, Çaldıran, Mohaç savaşlarının her evresini tekrar
tekrar okur, şövenist duygularım doruk yapardı. II. Viyana dönüşü sonunda
yaşanan savaşları kaybetmemizi okudukça da ruhumda tanımsız acılar oluşuyordu.
Tarih
dersine, tarihi olaylara ilgim diyebilirim daha ilkokul yıllarında öykü, masal
kitapları okurcasına okuduğum tarih kitaplarından kaynaklanıyor diyebilirim.
Serhat boylarında doğup büyümemin de etkisi var elbette tarihi olaylara olan
ilgimin nedeni.
93
Savaşı diye de adlandırılan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı kaybedilince doğduğum
topraklar Anayurttan koparılmış. Köyümüz işgale uğramış. Özellikle anneannem
esaret yıllarını hüzünlenerek anlatırdı. Düşman askerleri köye girdiğinde
köylülerimiz ormanlara gidip saklannırmış. Gece karardığında evlerine dönüp
açlık ve susuzluktan böğüren, meleyen hayvanlar yiyecek verirlermiş.
II.
Viyana kuşatması hüsranla bitince bilindiği gibi Osmanlı devleti gerileme ve giderek
yıkılma dönemine girdi. Viyana bozgunu her Türkün kalbinde onulmaz acı
bırakmıştır. 1699 Karlofça tarihimizde alınlarımıza yazılan silinmez bir kara
lekedir. Evet, XVIII. yy. başlarından itibaren geri çekilme başladı Avrupa
içlerinden.
Prut
Savaşı öğrencilik yıllarımızda bizlere bir züğürt tesellisi olmuştu. Baltacı’nın,
Katerina ile bir Prut gecesinde halvet olduğunu ve Rusları imha etmediği
söylencesi dolaşırdı Robinson çağını yaşadığımız ilk gençlik yıllarımızda. Oysa
kazın ayağının öyle olmadığını daha sonraki yıllarda yine tarih kitaplarında
okuduk.
Osmanlı
Ordusunda disiplin, savaşma isteği yeterli olmadığı için Baltacı, Ruslarla
görece iyi koşullarda antlaşma yapmış. Yeniçeriler disiplinsiz davranışlar
sergiliyormuş. Kırım Savaşı’nı müttefiklerle birlikte kazanmışız. Fakat parsayı
batılılar toplamış bize de büyük bütçe açığı kalmış. Adım adım balkanlar
elimizden çıkmış. Kırım kaybedilmiş. Hele Balkan Savaşları Türk Tarihinde
yaşanılan bir büyük kara lekedir. Ve I. Dünya Savaşı ve çöküş.
Duyunu
Umumiye 1881. Osmanlı maliyesi resmen iflas etmiş. Yabancılara, alacaklarına
karşılık ülkemizdeki birçok kalem mallarımızın vergisini toplama hakkı
tanınmış.
Acıdır.
Plevne Müdafaasında Osman Paşa’nın topları Alman malıdır. I. Dünya Savaşı,
Çanakkale Savunmamızda da silahlarımız yabancı, Alman patentliydi. Batı sanayi
devrini yakalamış. Fabrikalarında seri imalatlar yapmış. Bizler ise batının
mallarına pazar durumuna gelmişiz.
Hasta
adam diye niteledikleri Osmanlı’yı tarih sahnesinden silme aşamasına
kavuşmuşlar I. Dünya Savaşı sonundaki yengileri sonunda. Mondros, Sevr derken
son vatan parçasını aç kurtlar gibi parçalama yok etme faaliyetlerine
başlamışlar. Yer yer işgaller başlamış.
Uzun
yıllar savaşlar yaşamış halkımız yorgun ve bitap düşmüş. Öğretmen Okulu tarih
öğretmenimiz Metin Altun’un şu sözü hala hafızamda saklı:
“Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşı’na bir buçuk milyon ordu ile girmiş. Savaş sonunda
elinde ancak çoğu yaralı yetmiş bin asker kalmış.” Ülke ufuklarını kara
bulutlar kaplamış...
Yakup
Kadri, 1918 yıllarını bir yazısında şöyle betimliyor. “Paris’te idim. Savaşı
kaybetmiştik. Türkler aşağılanıyordu her
mekânda. Türk olduğumuzu söylemeye utanıyorduk! Yenilmiş bir ulusun uzak
yerlerdeki boynu bükük evladıydım. Yaşama sevincimizi kaybetmiş, sonbaharda
rüzgârların önünde sürüklenen yapraklar gibi savrulmuştuk.
Gazetelerde
şöyle bir haber gözüme takıldı. Anadolu’da bir paşa ortaya çıkmış batılılara
kafa tutuyor. Halkı, işgallere karşı örgütlemeye çalışıyor…”
Çanakkale Zaferi’nin altın başlı komutanıydı O
paşa. Mustafa Kemal Paşa. O’nun başlattığı akıma katılmak için yurdumuza koştuk.
Destansı bir ateş yakmıştı. O ateş tüm yurtseverlerin içini ısıtıyordu…
Devam edecek…