Rahmân ve Rahîm olan Allâh’u Teâlâ’nın Adıyla…
Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür…
Bundan sonra:
“Büyük Fıkıh Kâideleri”, İslam fıkıh mezhebleri tarafından ittifakla kabul edilmiş beş temel kâidedir. Bu kâideler fâkihlerce Kur’ân ve Sünnet naslarından istidlal ile elde edilen ve üzerlerine birçok ahkâmın binâ edildiği büyük kâidelerdir. Bu kâidelerin her birinin mefhûmu ve uygulamalarına dâir misâller münferid kalın birer kitab olacak kadar geniştir. Ancak bizim hedefimiz bu kâideleri geniş bir şekilde beyân etmek ve kapsamına giren tüm meseleleri açıklamak değildir. Bizim hedefimiz okuyucuya fıkıhta önemli bir yer teşkil eden bu kâideleri ve işlevselliklerini kısa fakat faydalı bir şekilde göstermek ve fıkhın olmazsa olmaz kavâid bilgisine giriş sağlamaktır.
Kâidenin Lafızları:
الأمور Umûr kelimesi, emir kelimesinin çoğuludur.
Emir: “İş” demek olup, hem fiil hem de ve söz için kullanılır. Nasıl ki hem elin hem de ayağın yaptığı şeylere fiil deniyorsa, aynı şekilde dilin gerçekleştirdiği eyleme/söylediği söze de “iş” denir.
مقاصد Makâsıd kelimesi ise: Maskat kelimesinin çoğuludur.
Maksat: “Amaç, gaye, kasdolunan ve istenilen şey” demektir.
Lukâta: Sözlükte masdar olarak “bir malı yerden kaldırıp almak”, isim olarak “buluntu mal” anlamına gelen lukata İslâm hukukunda “mâliki bilinmeyen, fakat mubah mal grubunda da yer almayan buluntu mal” veya “üzerindeki hakkını terketme niyeti olmaksızın mâlikinin iradesi dışında kaybolmuş ve bir başkası tarafından bulunmuş sahibi bilinmeyen mal” mânasında kullanılır. Malı bulana mültekıt, bulup alma işine de iltikāt denilir.
Kâidenin Aslı:
“Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir” kâidesinin aslı, “ameller ancak niyetlere göredir” hadîsidir.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Ömer b. Hattâb radîyallâhu anh’dan rivâyet edilen hadîste şöyle buyurmuştur:
“Ameller, ancak niyetlere göredir. Herkese sadece niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti, Allâh’a ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûl’ünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyâlığa veya evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” [Buhârî (54); Müslim (1907)…]
Hadîs-i şerifte ifâde olunduğu üzere, herkes için ancak niyet ettiği yani kastettiği şey vardır ve hüküm de buna göre verilir.
Kâidenin Mefhûmu:
Kâidemizde ifâde edildiği üzere bir iş üzerine terettüp edecek olan hüküm, o işten maksat ne ise ona göre olur. Yani bir işi yapan kişi, o işi hangi niyet ile yapmış ise hüküm ona göre verilir.
Niyetin Tanımı ve Hakîkati:
Niyet, kişinin yapmak istediği şeyi kalbiyle kastetmesidir; onu yapmaya karar vermesidir. Niyetin amelin başında bulunması rükün, hükmen amelle birlikte bulunması yani amelin niyete aykırı olmaksızın meydana gelmesi ise şarttır. Niyetin yeri kalb olup, onu açıktan açığa söylemek bid’attır. Çünkü niyeti açıkça söylemenin meşrûiyetine delâlet edebilecek herhangi bir şey ne Allâh’ın Kitâb’ında ne de Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünnet’inde sâbit olmamıştır.
Amellerin Hükmü Niyetlerine Göredir:
Mükelleflerin fâili oldukları amellerdeki hükümler, bu fiilleri gerçekleştirdikleri zamandaki niyete göre değerlendirilir. Mükellef muayyen bir kasıtla bir iş yapar ve ona göre şer’î hukûkî hükümler uygulanır. Sonra başka bir niyetle yine aynı işi yaparsa o zaman diğer bir hüküm ortaya çıkar.
Misâl olarak: lukâtayı/yitik bir malı bulan bir kimse malı koruyup sâhibine verme niyetinde olursa ve sâhibine veremeden lukâta elinde düşmanlık ve kabahat sonucu olmaksızın zarar görse bu malı tazmin etmesi gerekmez. Ancak lukâtayı sâhiblenme kastıyla elinde tutarsa bu gasp sayılır. Lukâta, düşmanlık ve kabahat sonucu olmaksızın dahi zarar görse, tazmin etmesi gerekir. Lukâtayı sâhibine verme niyetiyle alan bir kimse daha sonradan bu niyetini değiştirerek lukâtayı sâhiblense önceki niyetinin şer’î hükmü kalkarak sonraki niyetinin hükmü geçerli olur. Buna bağlı olarak şer’î ahkâm icra olunur.
Dünyâya ait işler fâilin kastına göre değer kazandığı gibi, yine fâilin kastına göre helâl veya haram olur.
Misâl olarak: bir kimse dînini korumak ve sünneti yerine getirmek için evlenmeye niyet etse, dînen övülen bir iş yapmış olup bu niyetiyle ecir kazanır ve bu kasıtla yapılan evlenme akdi helâldir. Ancak zarar vermek ve kötülük etmek kastıyla yapılacak olan evlenme akdi haramdır.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları tutmayın. Bunu kim yaparsa kendine zulmetmiş olur.” [el-Bakara: 2/231]
Sarih Olan Lafızlar Niyete İhtiyaç Duymaz:
Sarih lafızlar, niyete ihtiyaç duymayan ve söylendiği üzere hükmü gerektiren lafzılardır. Bu tür lafızlarda niyet, bu fiillere temsil edilir. Hükmün terettüp etmesi için fiilin ortaya çıkması yeterlidir. Nikâh, talâk, alış-veriş, hibe, kira, vasiyet, köle âzâdı, vekâlet, îmân ve küfür gibi meseleler fiilin zâhiri üzeredir.
Misâl olarak: Malını müşteriye “sattım” diyen bir tüccar, malını gerçekten satmış sayılır ve bu alış-veriş sahîh olur. Hanımına “seni boşadım” diyen bir koca, hanımını gerçekten bir talakla boşamış sayılır. Kölesine “seni azat ettim” diyen bir efendi, kölesini gerçekten azat etmiş sayılır. Bu ve benzeri fiillerin fâili olan “kişi ben bunu kastetmedim” demiş olsa bile hüküm böyledir. Zîrâ bu tür fiillerde niyet şartı aranmaz. Hüküm fiile bağlıdır. Ayrıca ileri sürülebilecek “şaka etmek” yahut “oyun oynamak” gibi mazeretler de geçerli bir özür teşkil etmez.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebû Hureyre radîyallâhu anh’dan rivâyet edilen hadîste şöyle buyurmuştur:
“Üç şeyin ciddîsi ciddî, şakası da ciddidir. Bunlar: Nikâh, talâk ve ricat (bir defa boşadığı karısına dönmek).” [Ebû Dâvud (2194); Tirmizî (1184)…]
Gayri sarih lafızlar ise, niyete ihtiyaç duyan, söyleyenin niyetine göre olan lafzılardır. Bu tür lafızlarda hükmün terettüp etmesi için fiilin ortaya çıkması yeterli değildir. Söyleyenin niyetine göre hüküm değişir.
Misâl olarak: Malını müşteriye “satıyorum” diyen bir tüccar, geniş zaman kullanarak söylediği bu sözü ile geçmiş zamanı kastetmiş ise malını gerçekten satmış sayılır ve bu alış-veriş sahîh olur. Eğer ki gelecek zaman kastetmiş ise satış geçerli olmaz. Hanımına “babanın evine git” diyen bir koca, onu boşamak kastıyla bunu söylemiş ise hanımını gerçekten bir talakla boşamış sayılır. Eğer ki bu söz, boşama kastı olmadan söylemiş ise talak olmaz.
Akitlerde İtibar Maksat ve Mânâyadır:
Akitlerde yani sözleşmelerde lafızlar ile maksat ve mânâ birbiriyle çeliştiğinde itibar maksat ve mânâyadır. Sözleşmeyi yapan tarafların akit anındaki kullandıkları lafızlardan kastettikleri hakîki mânâ ve maksatlar esastır. Maksatlar, akitlerin hakîkati ve temelidir. Lafızlar ise bu maksatları gösteren zâhiri etkenlerdir. Herhangi bir geçerli sebeb olmadığı sürece lafızları terk etmek, -maksat ve mânâları ifâde ettiklerinden dolayı- câiz değildir. Bununla birlikte akdedilen bir sözleşmede kullanılan lafızlar ile kastedilen şey farklı ise, söze değil mânâya bakılır.
Misâl olarak: “Bu malı sana on altına hibe ettim” gibi bir bedel karşılığında bağışlama sözü hibe değil, satıştır. Kiralama da bunun gibidir. Yine: “Sana olan borçluluğum devam etmek şartıyla, alacağını falan şahsa havale ediyorum. Bu borcu o ödeyene kadar borcum borçtur” gibi asıl borçlunun borçluluğu devam etme şartıyla söylediği söz, havâle değil, kefâlettir. Çünkü havâle birinin borcunu diğerine geçirir. Burada ise öyle bir durum söz konusu değildir. “Mallarımı ölümümden sonra gerçekleşmek üzere falana bağışlıyorum” sözü gibi, ölüme bağlı olan bağışlama sözü de böyledir. Çünkü bu bağışlama değil, ölümle birlikte gerçekleşecek olduğundan vasiyettir.
İyi Niyet Kötü Ameli Meşru Kılmaz:
İyi niyet, kötü olan amelleri meşru kılmaz. Yani dînen yasaklanmış olan ameli, iyi bir şey kastederek yapmak meşru değildir.
Misâl olarak: Kişi, fakir fukaraya dağıtmak maksadıyla hırsızlık yapsa, bu niyeti, fiili meşru kılmadığı gibi fâili de mazur kılmaz. Bu niyet ile hırsızlık yapmak helâl olmaz. Kastı bu olduğu halde hırsızlık yapan kişi de işlediği bu fiilden dolayı mazur sayılmaz. Yine İslâmı hâkim kılabilmek maksadıyla hali hazırda demokrasi ile yönetmek ve hükmetmek meşru olmaz. Böylelerini seçmek ve iş başına getirmek de câiz olmaz. Anlaşılacağı üzere, iyi niyet ne haramı ne de küfrü meşru kılmaz. İyi niyet ile haram yahut küfür olan bir şey asli hükmünden dışarı çıkmaz. Fâili yaptığı şeyden sorumlu olur.
İyi Niyet Meşru Olan Amellere Etki Eder:
İyi niyet, dînen meşru ve mübâh olan amellerde etkisini gösterir. İyi niyetler ile birlikte mübâh olan ameller itaate dönüşür ve ibâdet sevâbı kazanılır.
Misâl olarak: Kişi, Allâh’a itaat yolunda güç kazanmak niyetiyle yemek yiyip içse sırf bu niyeti dolayısıyla sevâb kazanır. Aynı şekilde geçimini kazanmak isteyen bir kişi bununla kendisini dilencilikten korumayı, kendisine ve çoluk çocuğuna ihtiyaçları için harcamayı niyet ederek çalışsa, bundan dolayı ecir kazanır. Diğer meşru olan ameller de böyledir.
Bununla birlikte Kur’ân ve Sünnet ile bildirilmemiş olan ibâdetler; ibâdet şekilleri ve zamanları ibâdet niyetiyle meşrû olmaz.
Misâl olarak: namazlardan sonra toplu olarak komutla çekilen zikirlerin herhangi bir delîli olmadığı için sırf zikretme niyeti bu ameli meşru kılmaz. Çünkü ibâdetlerin kabûl şartlarından birisi Sünnet’e muvafakat olduğundan Sünnet’e uygun olmayan ameller kabul edilmediği gibi Sünnet’te bulunmayan amellerde ibâdet niyetiyle meşru olmaz. Yine Kur’ân ve Sünnet ile bildirilmemiş -kandil gibi- gün ve gecelerin belirli faziletlere sâhib olduğuna inanarak bu zamanlara mahsus birtakım -oruç ve namaz gibi- ibâdetleri tahsis etmek meşru olmayıp bid’âttır. Çünkü amelleri, ibâdet olarak meşru kılacak sarih nastan başkası değildir. Böyle ameller kabul edilmez ve onlara karşılık olarak hiçbir ecir yoktur. Bilâkis meşru olmayan bir şekilde ibâdet edildiğinden dolayı sâhibi günahkâr olur.
Âişe radîyallâhu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Her kim, dînimizde olmayan bir şey ihdâs ederse (uydurursa), ihdâs ettiği o şey merdûddur.” [Buhârî (2697); Müslim (1718) …]
Niyet, Kendisiyle Amel Edilmediği Sürece Hukûkî Olarak Netice Doğurmaz:
Niyet, kendisiyle amel edilmediği; niyet ile fiil beraber olmadığı sürece hukûkî bir netice doğurmaz. Söz ya da fiil olarak ortaya çıkmadığı sürece iyi yahut kötü bir şeyi sadece niyet etmekle o iş yapılmış sayılmaz. Fiil ile beraber olmayan niyet üzerine talak, vakıf, bey, icâre, gasp, hibe gibi muamelattan olan ahkâm-ı şer’îyye uygulanmaz.
Misâl olarak: Birisine bir şey hediye etmek yahut bir malını vakfetmek niyetinde olan bir kimse, sadece kastetmekle istediği şeyi yerine getirmiş olmaz. Söz yahut fiil ile kastolunan şey gerçekleşmediği sürece hukûkî olarak ortaya çıkmaz. Yine hanımını boşamak, birinin malını gasbetmek, bir kimseye zarar vermek niyetinde olan kişi, sadece kasdetmekle o işi yapmış sayılmaz. Zihinden geçen fakat söz yahut fiil olarak ortaya çıkmayan bu ve benzeri fiiller dînen affedilmiştir.
Bununla birlikte hased yani bir insândaki nimetin gitmesini istemek, suizan yani onun için kötü düşünmek gibi günahlar, söz ve amel olarak ortaya çıkmasalar bile haramdır. Zîrâ bu ve benzeri günahlar zihinde yer işgal edip karar kılmakla işlenmiş sayılırlar.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey îmân edenler! Zandan çok kaçının.” [el-Hucurât: 49/12]
Kâfir olmayı kastetmek de böyledir. Niyet edildiği anda netice doğurur. Kişi yıllar sonra dahi kâfir olmaya niyet etse, kalbini küfre açtığından dolayı o anda kâfir olur.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kalbi îmân ile mutmain olduğu halde ikrâh olunan hariç, her kim îmânından sonra Allâh’a karşı kâfir olur, göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allâh’tan bir gazab vardır ve büyük azâb onlarındır.” [en-Nahl: 16/106]
İyi Niyet, Kendisiyle Amel Edilemese Bile Ecre Sebebtir:
İyi niyet, kendisiyle amel edilemese bile dînen meşru olan işlerde ecre sebeb olur. Dînen iyi olan bir ameli yapmaya niyet ettikten sonra ortaya çıkan bir mânî sebebiyle onu yerine getiremeyen kişiye yapmış gibi ecir verilir. Yine dînen kötü bir fiili yapmayı niyet ettikten sonra yapabilme imkânına rağmen onu sırf Allâh rızâsı için terk eden kişiye de tâm bir iyilik sevâbı verilir.
Nitekim İbn Abbâs radîyallâhu anhumâ’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allâh (eşyâdaki) güzellikleri ve çirkinlikleri takdir edip yazdı. Sonra bunu beyân edip açıkladı. Her kim bir güzel iş yapmak diler de onu yapamazsa, Allâh o kimse hesabına kendi dîvânında (meleklerine) tam bir hasene (sevâbı) yazdırır. Eğer o kimse güzel bir iş yapmak ister ve yaparsa Allâh o kimse lehine kendi dîvânında on hasene sevâbından yediyüz misline ve daha çok emsaline kadar hasene sevâbı yazdırır. Bir kimse de çirkin bir iş yapmayı kasdeder ve onu işlemezse, Allâh kendi dîvânında onun lehine tam bir hasene sevâbı yazdırır. Eğer o kimse fena bir iş yapmak ister de o fenalığı yaparsa, Allâh onun aleyhine bir tek kötülük yazdırır.” [Buhârî (6491); Müslim (207)…]
Sevâb Ancak Niyet İle Birlikte Olur:
Sevâb, ancak niyet ile birlikte bulunduğunda kazanılır. Yapılan amelleri ibâdete dönüştüren ve ibâdetleri âdetlerden ayıran şey niyettir. Niyet edilerek yapılan ibâdetler sahîh olup, karşılığında sevâb kazanılır. Niyet edilmeden yapılan ibâdetler ise sahîh olmadığından herhangi bir sevâb kazanılmaz.
Misâl olarak: Sırf serinlemek için abdest alan bir kimse, bundan dolayı sevâb alamaz. Bu amel abdest olarak değerlendirilmez. Çünkü abdest münferid bir ibâdettir ve ibâdetlerin sahîh olmasında niyet etmek mutlaka gereklidir. Zekât olarak ayırmadığı ve verirken zekâta niyet etmediği malını fakire veren zengin bir kimse için verdiği bu mal zekât yerine geçmez ve zekât sevâbı da alamaz. Ancak verdiği bu mal, sadaka olarak değer kazanır ve sadaka sevâbı alır. Ramazan Ayında ertesi günün orucuna niyet etmeyen bir kişi, gece sahura kalkmasa ve gündüz vakti uyansa, o gün oruçluymuş gibi imsak eder ve Ramazan Ayından sonra bu günün orucunu kaza eder. Çünkü oruç ibâdetinin sahih olması için gerekli olan niyet amelini istenilen vakitte gerçekleştirmemiştir. İmsak etmesinin nedeni ise şer’î bir özürle oruçtan muaf olmamasıdır. Düşman karşısında yiğitçe çarpışan bir kimsenin niyeti Allâh yolunda cihâd değil de, sırf malları yağmalanmasın şehri harap olmasın için ise bu kimse yaptığı bu işten cihâd sevâbı alamaz. Çünkü o yaptığı bu amelle Allâh’a yakın olmayı ona ibâdet etmeyi kastetmemiştir.
Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Polat Akyol.
1440 h. / 2019 m.
Abdullâh Saîd el-Müderris.