‘’O, bir başkasıdır.
Ben, bir başkasıdır…’’(Alıntı)
Bir ödünse eğer kendimle alıp
veremediğim ve paylaşmanın izafiyet teorisi.
Düş muadili bir iklimsem eğer
g/özümün seğirdiği ve sağ gözümü sol gözümden kıskanırken…
Benlik bir kaygı ve açılım sancılı
düş muhafızlarım var benim ve öykündüğüm ısrarlı bir mutsuzluk: bekası huzur
olmalı, deyip de alabildiğince kendimi ıskaladığım bir o kadar ıslıkladığım
hatırşinas yüreğim…
Ne kindar ne isyankâr.
Ne izafi ne de alacalı bulacalı.
Sevmekten zarar gelmeyeceğine
inandığım ömrün kıyıya vuran tortusu ve dün mizaçlı ömrün ve gün yüzlü bir
gölgeye olan tutkum belki de ötelediğim sancılı bir eksende kim ise tarafınca
ötelendiğim…
Göğe serdiğim şiirler ve tanrısal bir
hiciv iken bonkörce sevdiğim izlekler ve her biri insan ve her birini yansız ve
tarafsız, yüreğimde ağırlarken…
Ağdalı söylemler ve kanatlı rüzgârın
kanattığı bir amblemim ben belki de ve sözcük cumhuriyetinde kendime kurduğum
düş meclisi.
Ne iri kıyım adımlar ne de alımlı
kadınlar zikrediyor sadece sefasını sürüyorum yalnızlığın ve bil mukabil, deyip
de işin içinden çıkıyorum kendimce.
Satırlarım muhafazalı.
Aşkımın sedası ve sefası cefayla aynı
kaderi paylaşıyor ve ben açık ara farkla öndeyim çünkü kaderin tek harfi ağır
geliyor yüreğime belki de iklimin havasıdır ağır olan ve işte çalınan o tek
harf üstelik ayan beyan sırıtıyor bana üstelik günün tepesinde oturan güneş
fısıldarken ve kanı kaynarken insanların…
Yakamoz bir çığlık ve öfkeli alfabe.
Son gayretle d/okunuyorum bilinmeze
ve pekişen iç sesi ısrarla yineliyor:
‘’Kaderin değil kederindir bu senin
üstelik karşı koyma hakkını evren ve Tanrı çoktan elinden almışken ve de sen
hala inatlaşırken mutlu olmaya hakkın olduğunu s/avunmam da başlı başına bir
saçmalık.’’
Sürü psikolojisinden ırak bir hayatta
madem bahşedilen ve işte hikâyem o gün başladı…
Mutluluğa konuşlu bir ön yargı
benimki ve illa ki ilkemi sevgiden yana savundum derken düş cambazları girdi
hayatıma ve o uzun tahta bacakları ile her satır başında nöbet tuttular ömür
boyu.
Kimi zaman babamdı izin vermeyen.
Kimi zaman atam belki de kardeşim ya
da en uzağımdaki üstelik yakın addedilen bir düş tam da gerçek olacakken.
Yaban domuzları inmişti şehre ki
kıyametin eşiğinde bir şehir istilası. Oysaki ben ne şehir sakiniydim ne de
ahvalim kabullenmişti varlığımı ve ufacık boyuma bakmadan kucakladım dünyayı ve
henüz rehavetle ve ihanetle tanışmadığım bir dönem.
Yakınımdakiler nasıl da uzaktı ve
uzağımda kim varsa kocaman bir artı parantez açtım üstelik henüz dip not düşmediğim
ve şiir yazmadığım zamanlar. Sahi mevsimlerden neydi de kovulduğum her ağaç
dalı bana bir hain gözüyle bakıyordu?
İçimdeki istila elbette inzivaya
çekilmenin zamanı çoktan gelmişti.
Ya ruhen göç edecektim ya da bedenen
terk edecektim evreni lakin Yaratan henüz gitmem için erken olduğunu beyan etti
ve sallantıda geçen ömrümün seyri de değişti ansızın.
Mutluluğa bir selam verecektim bir de
şapka çıkaracaktım. Sahi, mutlu muydum? Derken yolumun kesiştiği şair: öyle ya,
o da fısıldamıştı bir zamanlar ya da sesi neden sonra duyulacaktı da bunu
beklemeye teşebbüs dahi etmedi:
‘’Mutluydum: bu bir cüret! Küçük
sürünün içkin yolculuğunda yetkeyi silmenin kıvancıyla, korunaklılığın ince
güveninde konaklıyordum.’’ (N. Marmara)
Yalnızlığın duvarları belki de duvara
çarpan top gibi yalpalıyorum ve ayaklarımla açtığım parantezlere yığınla duygu
tıkıyorum bir o kadar evren tıkıyor lafları ağzıma üstelik kendimi bildim
bileli…
İlkeli bir babanın çocuğu olmak ve
öğretilerin sizi boğduğu derken sevginin yüksek sesle telaffuz edildiğinde
yanlış anlamlar yüklendiği…
Sahi, kaç kere söylemiştim babama onu
çok sevdiğimi?
Ya da babam kaç kere söylemişti çok
sevdiğini?
Hangi kabullenmişlik ise peyda olan
ya da sancılandığınız hangi gerçek ki mutluluk size asla reva g/örülmüyor.
Geceye kaş göz çiziyorum çünkü aynaya
bakmak istemiyorum ne de olsa kendini beğenmiş bir insan olmaktan ömür boyu haz
etmedim bu yüzden beğendiğim insanlara da açık açık söyledim içimden geçenleri
ve işte en baştan kaybetmeye mahkûm edilmiştim üstelik kendim tarafından.
Günü b/öldüm yine sonra ahenkle
ağladım ve yetmedi.
Ağdalı gün ışığına taziyelerimi
sundum ve kurdum içimdeki saati ta ki gün devinip de gecede açılan o muazzam
eşikten geçip de kapıdan içeri girdiğimde bir baktım ki başımdan konfetiler
yağıyor yoksa ağlayan yıldızların kırpık kuyruklarındaki yıldız tozu muydu da
üstüme başıma bulaşan yetmedi toz kondurmadığım yetmedi tozlu yolları gidip
gelirken bir de üstüm başım tebeşir tozuna bulanmışken…
Hayatımın en şaşalı mutluluğunu
yaşadığım o günler elbette öğrenciliğimin peşi sıra öğretmenlikten nemalanıp
çocuk kalmayı ve çocuklarla çocuk olmayı en güzel ben becerirken…
Belki de bu yüzden ruhsal döngümde
hala çocuk mizaçlı kalmayı başarıyor ve yeri geldi mi şen kahkahalar
atabilmekteyim gerçi yazdıklarımdan yansıyan bu hüzünlü ve d/okunaklı cümleler
genelde efkarı çağrıştırsa da ne zamanki doğru frekansta iç sesim bütünleşsin
kainatla kimseler de tahmin edemez hani yeri geldi mi nasıl matrak ve neşeli olduğu mu…
Sevgili Nilgün’ün de vurguladığı
üzere ve evet, ben de yeri geldi mi nasıl da mutluyum üstelik buna cesurca
cüret edebilmişken yine de uzun soluklu bir mutluluk olmasına izin yok ve
koşulların sağlamasında ben koşut filan da sunmuyorum sadece sınırlarımı
çiziyorum bazen sınır ihlali yapıp kendime de dokunup sevecekken…
Miadı dolmamışken öfkenin ve nefretin
ve duyulan sevgisizliğe rest çekmenin amblemi belki de kendi halinde yaşayıp üç
beş satır karalamak hem de sevgisizliğe inat telaşla sevdiğim bir evren ve
nemalandığım insan izlekleri ve yansıyanı yansıtamamanın verdiği boşlukla bana
biçilen değeri ya da değersizliği hala net olarak algılayamamam…
Yine de çılgınca sever ve umut
ederken ve hala sorumun doğu şıkkını bulamamanın verdiği şaşkınla fink attığım
patavatsız ve kaygan zemin…
‘’Arınalım, arınalım artık
yozluklardan, şu densiz yeryüzünün çirkefinden:
Sevgi yazgısıyla elbet.’’ (Nilgün
Marmara)
Çok mu geç sahiden en azından kendim
için gerçek olmasını dilediğim bunca hayal adına yanıp tutuşurken ve de
sevdiğim tüm insanlar adına…