Gri
bir akşamüstü, aylardır evden çıkmamanın verdiği huzursuzluğu atmanın tek yolu
olan mutfağa geçip, kendimi sade bir kahve ile ödüllendirdim. Pencere kenarına
elimde sıcak fincanla yerleştim her zaman ki alışkanlıkla. Evine en erken
gidebilmek için uçarcasına yürüyen onca insanın yarışını seyre daldım. Bu
kargaşadan nedense büyük zevk alıyorum son zamanlarda.
Sokağın
ortasında duran adam dikkatimi çekti. Anlamsız bakışlarla gelen geçene
rahatsızlık veriyor gibiydi. Bakışlarımı ona kenetlemekten alamadım kendimi.
Beynimin en ufak hücresine varana dek yoğunlaştım. Bunu anlamış olacak ki başını aniden kaldırıp,
sinsi bakışlarını gözlerime yapıştırdı. O anda ikimizin ayrı ayrı değil de tek
bir göze sahip olduğunu fark ettim. Tek bir gözden görüyor, anlıyorduk sanki
dünyayı.
Kirpiklerimi değdiremiyordum birbirine.
Elimdeki fincanın yere düşüp kırılmasıyla, tılsımın etkisinden kurtuldum. Evet,
o bakışlar tansık bir tılsım yaymıştı bana doğru. Yerdeki cam kırıklarını
temizlemek için banyodan el süpürgesini getirdim. Toplayıp çöpe attım
kırıklarımı.
Sokak
bomboştu merakla tekrar pencereden baktığımda, sinsi bakışlı adam da ortalıkta
görünmüyordu. Yalnızlıktan olsa gerek hayaller görmeye başladığıma neredeyse
kanaat getireceğim sırada, kapının zili
çalmaya başladı. “Komşudur herhalde!” Diye düşünerek, kapının gözetleme
deliğine koyverdim sağ gözümü. Gördüğüm belki hayaldir diye birkaç defa gözümü
kapatıp açtım. Fakat hayal değildi işte. O, kanlı canlı kapıda bekliyordu.
Benim kendisini gördüğümü de anlamıştı. Bile bile kapıyı açmamakla küçük düşürmüştüm
kendimi. Açmamakta ısrar edersem tamamen rezil olacaktım. Usulca açtım kapıyı.
Konuşamadım. Bir süre sesimi bulmaya çalıştım. Kendime ait olmayan bir sesle:
-Buyurun!
Birini mi aradınız? Dedim.
-Merhaba
hanımefendi. Böyle gecenin bu saatinde pek hoş bir durum olmadı belki. Ama…
Konuşması
oldukça düzgündü. Kibar biriydi. Her halinden belliydi aklı başında ve kültürlü
biri olduğu.
-Önemli
değil. İçeriye buyurun. Kapıda kaldınız!
Dediğim
an, pişmanlığımın da bana eşliği ile salona geçtik.
-Şöyle
buyurun. Oturun siz. Ben de bir çay demleyeyim ne dersiniz?
-Kahve
yapsanız olmaz mı? Gerçi siz sabah içiyordunuz.
-Sabah
mı?
“O uzaklıktan elimdeki fincanı nasıl fark
etmişti ki bu adam? Hem akşamüzeri değil miydi?
Allah Allah az önce görmedim mi ben bu adamı ilk defa? “ Diye düşünerek:
-Az
önce sabah dediniz!
-Evet!
-Ama
nasıl olur? Ben sizi az önce gördüm sokakta. Gelene geçene bakıyordunuz, öylece
durup. Sonra birdenbire bana çevirdiniz başınızı.
-Saat
kaç hanımefendi?
Dedi
alaycı bir gülüşle.
Telefonun
ekranından saate baktım. Ekranda 03.20 yazıyordu. Yanlış gördüğümü düşündüm. Bir
göz doktoruna görünmek şart olmuştu bu durumda! Nefesim ağzımda boğuldu.
-Beyefendi!
Siz kimsiniz?
-Ben
mi? Ben sadece şuradan geçiyordum. Anladım ki varlığımdan huzursuzsunuz!
-Hayır!
Lütfen öyle demek istemedim.
-Ne
öyleyse sorun? Söyler misiniz?
-Siz
gerçek misiniz onu bile bilmezken… Neyse kahve mi demiştiniz?
-Evet,
sade olsun lütfen. Beyaz fincanda.
Diyerek,
kibarca gülümsedi.
Mutfaktan
elimde kahve fincanları ile döndüğümde adam orada değildi! Evin her tarafına
baktım, seslendim, yoktu!
Pencereye
koştum telaş ve merakla. İnsan kaynıyordu, sokakta olağanüstü bir hareketlilik
vardı. Ve vakit öğle üzeriydi.