Çok
kalabalık sokaklar. Oldukça yaşlı bir ceviz ağacı var yanı başımda. Karşımda
dururdu o ağaç oysaki. Ne kadar çok serilmiştim gölgesine. Ne arıyor şimdi yanı
başımda ve onca apartmanın arasında? Canı sıkılmıyor mu tek başına?
Düşüncelerimle baş başa bırakıp gidiyorum ağacı, istemesem de.
Yanımdan geçen soylu görünümlü beyefendiye
soruyorum:
-Ne
bu kalabalık? Bir şey mi oldu?
-Yarayla
alay eder yaralanmamış olan. Dur, şu pencereden süzülen ışık da ne? Evet, orası
doğu, juliet de güneşi!
Cevabını alıyorum karşılığında. Adamın deli
olduğunu düşünüp yürümeye devam ediyorum. İçimi kemirmeye başlıyor merak
kurtları, beni kargaşanın tam orta yerine fırlatıp atıyor. Onca kalabalığın
içinden “Liberty Liberty!” sloganı yükseliyor.
Yanımdaki şişman kadını dürtüp, sesimi oldukça
yükselterek:
-Liberty
ne demek ya? Diyorum.
Gözlerimin
içine garip garip bakarak “Liberty!“ yanıtını veriyor.
Bunalıyorum
bu anlamsız gürültü patırtıdan. Geri çekilerek, çılgın kalabalıktan uzakta bir
yer aramaya başlıyorum. Bir derenin üzerinde yürürken buluyorum kendimi. “
Buraya nasıl geldim?” Demeye kalmadan, suyun içinde oynayan iki çocuk:
“Ne kadar komiksin. Sen de yarasacılık oyunumuza katılmak ister misin?” Diyerek
kahkaha atıyor.
-Boşver
Zeze gidelim. Diyor uzun boylu olanı.
Aldırış
etmiyorum. Kuru bir yer aradığımdan bir tepenin üzerinde buluyorum kendimi.
Sırılsıklam halime acımış olsa gerek tam tepeme denk gelen bir noktada duruyor
güneş. Turuncu bir dilim koparıp üzerinden, bana uzatıyor. Sevinçle alıp
elbisemde gezdiriyorum. Üstüm, başım kuru ve kıyafetlerim eskisinden daha parlak
bir hal alıyor.
Elimde
tuttuğum ayaklarımla koşa koşa kendimi soğuk bir odanın içine atıyorum. Odanın
tam ortasında bulunan ufak sobanın yaydığı sıcaklık bir işe yaramıyor ki
ellerini sobaya neredeyse yapıştırmış olan genç bir adam; kirli paltosunun
cebinden çıkardığı konyaktan büyük bir yudum alıyor. Sarı-kızıl sakallarıyla,
donuk mavi gözleriyle bana çok tanıdık geliyor bu saralı serkeş.
Kocaman
açtığı gözleriyle dönüp:
-Vicdanım
sızlamıyor bayan. Yine olsa yine yaparım. Diyor.
-Haklısınız.
Kim suçlu, kim masum bilemeyiz. Yanıtı
çıkıyor ağzımdan, benden habersiz.
Kendimi
aniden yemyeşil bir ormanda tren yolculuğu ederken buluyorum. Bu yolun sonu nereye varır, neler olur hiç
merak etmiyorum artık. Her şeyde bir olağanüstülük var. Karşımda süslü bir
tavuk, sürekli gıdaklayıp önündeki tabaktan büyük bir iştahla cips yiyor. Arada
sırada bana laf atıp “Bana bak o kız var ya, göreceksin yakında esas oğlanı
terk edecek!“ Diyor.
Saçları
tepesinde sımsıkı toplanmış siyah elbiseli, mutsuz bir yüz biniyor az sonra
trene. Gülümsüyorum o yüze, tanıdık bir şeyler görmüşçesine.
-Aşkı
aradım sadece. Bu beni ahlaksız mı yapar?
Sorusunu
yanıtsız bırakıp, dışarıyı seyrediyorum hızla giden trenin penceresinden. Seyre
daldığım her şey o kadar çabuk geçip gidiyor ki gözlerimden. Ne gördüm onu bile
anlayamıyorum.
Sıcak
bir şehre ne zaman geldik? Şaşkınım! Bu sıralar hep zor sorulara maruz bırakılır oldum. Ben de
insanım ama canım! Dev tavuğu ve esrik Karanina’yı orada bırakıp, iniveriyorum
büyük bir istasyonda.
Hayret!
Tam da evimin kapısındayım. Evim çikolataya dönüşmüş. Dayanamayıp
koparıveriyorum bir parça. Bir kız ve erkek çocuğu geliyor yanıma çikolatayı
görünce. Yiyip bitiriyoruz evi hep birlikte. Evimde yok artık.
Dolaşmaya
başlıyorum tekrar sokaklarda. Sağ taraftaki kaldırımda bir adam piyano çalıyor.
Etrafına insanlar üşüşmüş. Yaklaşıyorum, başlıyorum ben de dinlemeye. Bir ara
notalardan birini düşürüyor yere adam. Eğilerek veriyorum notasını ona.
Teşekkür ediyor sımsıcak. Vedalaşıyoruz gözlerimizin çukurunda.
Önüme
çıkan ilk kafeye girip yol tarafındaki bir masaya oturuyorum. Açık veya demli
bir çay, ne bileyim belki bir sade veya orta kahve sipariş veriyorum kibar
garsona. Yanıma yaklaşan tanımadığım aylak bir adam:
-Biliyor
musun artık hiçbir şeyin önemi kalmadı. Kahve de iç çay da fark etmez. Yine de
peşinden geleceğim!
Buyurun,
oturun dememe fırsat vermeden gidiyor adam. Karşı kaldırımda görüyorum onu az
sonra, öyle elleri cebinde aylak aylak beklerken.
Eyvah!
Derken, yağız bir at üzerinde esmer, ince bir delikanlı yaklaşıyor, elini
uzatıyor bana. Tutuyorum ve terkisinde buluyorum kendimi. Kaybolup gidiyoruz evlerin ve kalabalıkların
arasından geçerek. Saçlarım uçuşuyor rüzgârda, gözlerimi yumuyorum. Ayak basılmamış ıssız bir kayada bırakıp beni,
kayıplara karışıyor esmer delikanlı.
Bekliyorum
günlerce, belki aylarca çaresiz. Umutlarımı suya bırakmak üzereyken, çıka
geliyor o gemi. Tüm güzelliğiyle nazlanarak. Uzun yıllar yolculuk yapmaktan
yorgun düşen gemi karlı ve ıssız bir yerde durmaya karar vermiş belli. Sadece
bembeyaz örtüsü ile kar, ben ve yorgun gemi kalıyoruz baş başa. Yürümeye başlıyorum
gemiye doğru. Gözlerim dâhil her yer beyaz. Donmaktan heybetli bir aslan kurtarıyor beni.
“Gel
sarıl bana sarıl!” Diyor.
Olacak şey değil bütün olanlar. Gözlerimin
önündeki sis perdesi yırtılıyor. Kendimi bir kuaför salonunda ve saçlarımı bir
fırçanın elinde can çekişirken buluyorum.
Yan
tarafımdaki kadın:
-Şekerim!
Ama olmaz ki bu renk tonu hiç açmadı beni. Ben anlamam açın bunun rengini!
-Peki
hanımefendi.
Çantamı alıp, dışarıya atıyorum kendimi.
Kapıda birisi kesiyor yolumu ve uyarıyor gür sesiyle:
-Eve
dön! Yasak!
İyi de dönecek bir evim yok ki!