Çobanlık günlerimin bitmeyen onlarca anıları saklı
hafızamda. Çocukluk ve gençlik yıllarımda okuduğum öykü ve romanları büyük
oranda ansıyorum. Üçüncü sınıfta öğretmenim düzeyimize uygun öykü ve masal
kitapları getirtti. Adlarıyla birlikte temaları da aklımda. İlk kez Ali Baba ve
Kırk Haramiler payıma düşmüştü, kitaplar arkadaşlarıma dağıtılınca. Daha sonra
Cesur Alabaş, Kongo Ormanlarında… gibi kitapları soluksuz okuyup hafızama
kaydetmişim. Çobanlık anlarım ise perçinlenmiş hafızamın derinliklerine adeta.
Ortaokul
yıllarımda okuduğum İnce Memed, Çalıkuşu, El Kızı ve daha başka nicelerini hiç
unutamadım. Tüm buna karşın son yıllarda kütüphaneden alıp okuduğum kitapların
bazılarını bir yıl sonra yeniden alıp hayli okuyunca a ben bu kitabı okumuştum
diye hüzünleniyorum. Anılar da yıllar geçtikçe geçen yıl, bir önceki yıl
yaşadıklarım buza yazılan yazılar gibi hafızamdan silinivermiş oluyor.
Kaygısız
çocukluk yıllarına gidelim yeniden. Ana anavatanıma. Çocukluk insanların
anavatanıdır denir. İlkokul yılları. Karneler dağıtıldı. Hemen ertesi günü benim
için çobanlık serüvenim başlardı. Okul çantasını bıraktığım gibi değneğe
sarılırdım. Bir daha sonbahar gelecek
ki, ancak o zaman bitsin çobanlık görevim. Ailemizin geçim kaynağı tarımdan
ziyade hayvancılığa dayanıyordu. Köyde her aile üç-beş, beş-on koyun beslerdi.
Az koyunu olanlar, koyunlarını bir çobana teslim eder, yaylacılık bittiğinde de
çobana para öderlerdi. Bizim bir çobanlık koyunumuz vardı. Çobana para
vermektense çobanlık görevi boynuma kalırdı. Gözümün yaşına kimse bakmaz,
kendimi sürünün peşinde bulurdum.
Mayıs
sonu yaylacılık başladı. Kışla, birinci yaylaya taşındık. Her gün erkenden
koyunlarla derin vadilerin yamaçlarında geçiyordu günlerim. Farklı taraflardaki
otlaklara gitmemi tembih ederdi babam. Bir gün de Göller tarafına gitmeye
niyetlendim. Göllere girmek için karayolunun sağından solundan gidilirdi. Yayla
evlerinden biraz uzaklaşıp karayoluna yaklaşınca yol kenarında eski mi eski bir
kamyon gördüm. Lastiklerinin havası inmiş, aylarca yol kenarında kaldığı
belliydi. Çürümeye terk etmişti sahibi. Kamyona birazcık bakıp geçtim. İleride
başka çoban arkadaşlarla karşılaşınca sözü kamyondan açtık. Kamyonu daha önce
gören arkadaşların anlatışı ilginçti. Uzun kış yağan karın altında kalmış.
Upuzun
bir gün geçti, akşama doğru kamyonun yanından geçip sürümle yayla evine döndüm.
Kamyon sabahleyin gördüğüm gibi duruyordu. Her gün aynı yöredeki otlağa
gidilmez. Birkaç gün başka taraflarda otlattım sürümü. Kamyonu merak ediyordum.
Acaba sahibi alıp götürmüş mü diye? Göller tarafına sürdüm sürüyü. Kamyonun
yanına vardım merakla. Durum değişmişti. Çobanlar dokunmaya başlamıştı eski
kamyona. Kapıları açılıyordu şoför mahallinin. Geriyi gösterme aynası yoktu
yerinde. Hayli hasar gördüğü belliydi!
Akşamleyin
yaylalara taraf dönerken kamyonun daha büyük hasar görmüştü. Belli ki, yayladan
gelen çocuklar kamyonla hayli ilgilenmiş, kırılmadık hiçbir aksanını
bırakmamıştı. Merak bu ya! Ben de ön kapağı kaldırıp motor kısmına baktım. Bazı
hortumlar kesilip çıkarılmıştı. Birkaç gün arayla birazda kamyonun akıbetini
görmek için Göller tarafına sürüyordum sürümü.
Gün gün kamyon küçülüp parçalanıyordu.
Kamyonun her gün ziyaretçileri oluyordu. Her ziyaretçi hasara uğramış kamyondan
bir parça koparmadan yoluna devam etmiyordu. İki haftalık bir süre içinde
kamyonun yerinde serin yayla rüzgârı esiyordu. Hani elde edilen parçalar bir
işe yarasa kamyonun başına gelenler kabul edilebilir. O yıllarda hurda demirlerin
değerlendirildiği, paraya çevrildiği bir olgu da yoktu. Çocukluk ve ilk gençlik
yıllarına ayak atan bizler kamyonu parçalayıp yok etmiştik. Merak, yeni bir
şeyler görme, öğrenme güdümüzün hışmına uğramıştı sahibi tarafından ölüme
bırakılan emektar kamyon…
Kamyonun
yok edilmesi için ortalama iki hafta yeterli olmuştu. Aynı yıl bir ilginç
olayla daha karşılaştım. Aşağı yayla kışlamızın ilerisinde büyük bir vadimiz
vardır. Vadinin sağ ve sol yamaçları bizim koyun otlattığımız alanlardır.
Vadinin özellikle sol taraf yamacı ara ara tepeden dereye kadar ağlantı diye
adlandırılan boğazlarla bezelidir. Bazı vadinin ağlantılarından kopan çığlar
vadi boyunca akan çayı kapatır. Çay üzerinde doğal bir köprü oluşur çığ olarak
biriken karlardan. Ta haziran ortalarına kadar kalır çayın üstünde oluşan
karlar. Biz kürtük deriz bu biriken karlara.
Kamyonun
akıbetinin yaşandığı aynı yıl koyunları vadimizin yamaçlarında otlatırken iki
büyük kürtük oluşmuştu çayımızın üstünde. Hazirana girmiştik. Gün gün eriyordu
kürtüğün karları. Yağmurlu bir gündü. Sürümle vadi boyu ilerliyordum. Birinci
kürtüğe yaklaştığımda kürtüğün üzerinde kocaman boz bir kurt upuzun yatıyordu. Bir
ölü kurttu yatan. Kışın vadinin yamaçlarında dolaşırken çığa kapılıp karlar
arasında can vermişti.
Kurtlarla
ilgili hoş olmayan acı anılarım var. Geçen ilkbaharda güzel bir kuzumuzu kapıp
midesine indirmişti bir kurt. Günlerce kuzusunu kaybeden koyum acı acı
melemişti. O koyunun kuzusu için gözyaşı döküp melemesini hiç unutamadım.
Öykünün hacmini zorlayacak nice anılar yaşadım kurtlarla ilgili. Kürtüğün
üstündeki ölü kurt belki de benim kuzumu kapan kurttu. O bakımdan hiç acımadım
kurdun çığın altında kalıp can vermesine.
Vadinin
ilerlerine doğru ilerledim sürümle birlikte. Günün ilerleyen saatlerinde çığın
üstünde katan açıklıkları bir metreden daha fazla akbabalar uçuşuyordu. Belli
ki ölü kurttan paylarını alıyordu akbabalar. Akşama doğru geri dönerken
kürtüğün üstünde kurttan eser yoktu. Akbabalara iyi bir ziyafet olmuştu karlar
arasında can veren kurt.
Eski
kamyon meraklı çobanlar tarafından ancak iki hafta içinde yok edilmişti. Kurdun
ortadan kaldırılması için akbabalara bir gün yeterli olmuştu. Bizler meraktan
parçalamıştık kamyonu. Zaten kendiliğinden çürüyüp yok olacaktı. Akbabaların
sorunu ise daha önemliydi. Açlık!