Caddeden
dolup çalışma masasında taşan sokak şarkıcısının sesiyle kaldırdı başını. O an
fark etti saatlerin acımasızca akıntısında akşamüzeri olduğunu. Elindeki kalemi
bırakıp oturduğu yerden esneme hareketleri yapmaya başladı. Sırt ağrısı, tatsız
getirisiydi bu işin. Dışarıyı seyretmek için balkona çıktı. Bir koşuşturma hâkimdi
şehirde yine. Bu hareketliliği sevip sevmediğine karar veremiyordu. Bazen ıssız
bir ormanda, sadece ağaçların hışırtısına ve öten kuşların sesine tahammül
edebileceğine inanırdı. Fakat çoğunlukla şehrin karmaşasından kopmak istemezdi.
Güneş, giderayak oyunlar oynuyor, kendisini bir gösterip bir saklıyordu. Öfke
duydu güneşe, içten içe anlamsızlığını kendisi de bilerek. Çıplak ayaklarının
gıcırdattığı tahtalara da öfkelenirdi çoğunlukla. Yalnızlıktan mıydı neydi?
Öfkelenecek hep bir şeyler bulurdu. Hatta aramasına gerek bile kalmadan öfkeleneceği
durum, karşısında çalışkan bir öğrenci
gibi dikilirdi.
Mutfağa
geçip bir kahve yaptı. Beyaz, geniş ve içini ferahlatan yumuşak kanepesinin
kollarına bıraktı kendini ardından. Hiçbir şey yapmadan öylece durup düşünmeyi
planlıyordu yalnızca. Fakat çalan zil tüm programını altüst etmeye gebe,
ısrarlı bir telaşla tekrarlanmaya başladı. Homurdanarak açtı kapıyı. Tanımadığı
iki kadın duruyordu karşısında. Ellerinde poşetler, yüzlerinde misafir
tebessümü, geri çekilmesini ve içeriye girmeyi bekliyorlardı. Bir süre sonra
kadınların yüzündeki tebessüm kaybolmuş, ne bu şimdi? Şaka mı? diyen ifadelere
bırakmıştı yerini.
“Beste,
bizi içeriye almayacak mısın? Ağaç olduk. Şakaysa eğer hiç komik değil!”
“Evet, Beste’ciğim, müsaade et de girelim.”
Düşüncelerinden
kurtulduğunda epey zaman geçmiş olduğunu fark etti. Kadınlar öfkeli bir
homurdanmanın pençesine yakalanmış, kendisini de o pençeye yem etmeye
hazırlardı. Hiçbir şey söylemeden geriye çekildi. İki kadın, geri dönüp gitmek yerine inat edip
içeriye girmeyi tercih etmişti. Oysa
neredeyse on beş yıl oluyordu görüşmeyeli. Ne de sıkı dostlardı hâlbuki.
Yedikleri içtikleri ayrı gitmez, birlikte okur, birlikte izler, ayrı bir an
olsun geçmezdi zamanları. Şimdi karşılarında dakikalardır durup bomboş
bakışlarını üzerlerine çivileyen, neredeyse kovmaya yeltenecek arkadaşları
Beste bu muydu yani? Nereye kaybolmuştu o neşeli kız?
“Şey…
(Boğazını birkaç kez temizlemesi gerekmişti, sesini kaybolduğu yerden
bulabilmek için.) şaşkınlığımı lütfen mazur görün… Ama ben sizleri tanıyamadım.
Kimsiniz? Belli ki bir yerlerden tanışıklığımız var.”
Sözlerinde
ciddi miydi yoksa geçmişte olduğu gibi sürekli şaka yapan yapısı yeniden ortaya
mı çıkmıştı, emin olamadı kadınlar.
“Beste,
biz fakülteden arkadaşlarınız. Hem de öyle unutulacak cinsten, sadece bir
merhaba dediklerinden değil. Gerçekten yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi
bizim.”
Diğer
kadın:
“Hem
ayrıca geçen hafta telefonda konuşmadık mı canım? Sibel sen de söylesene.
Konuşup da Beste’nin evinde buluşma, yemek yeme sözü vermedik mi birbirimize?”
Kendi
içine seslenen Beste “Hayatımın herhangi bir evresinde bu iki sosyetik
görgüsüzü görmediğimi, hatta arkadaşlık, dostluk etmeyi bırak, selam dahi
vermeyeceğimi bilecek kadar bilincim yerinde. Şunlara bak ya! Nasıl da arsızca
hayatıma girmeyi başardılar. Yalanlarla renklendirdiler saniyeler içinde evimin
beyazlığını. Tanımıyorum sizi. Ta-nı-mı-yo-rum! Suç mu? Bir anlasam. Aptallar!”
Kadınlar,
ellerindeki poşetleri arsız bir kibirle uzattı. Oturulacak yer gösterilmese de
devasa bir kitaplığı arkasına alan, Beste’nin çok sevdiği beyaz ve ferah
kanepeye kuruldular. İyice rahatsız olmaya başlamıştı bu durumdan. Rızası
olmadan evine girmişler ve çizgiyi aşıp en sevdiği ve sadece kendisine ait olan
kanepesine o çirkin kaba etlerini dokundurma cüreti göstermişlerdi. Aceleyle
poşetleri mutfağa taşıdı. Kısa sürede devasa kitaplığın önünde üç kişilik masa
kurulmuş ve kadınlar ellerinde kadeh bardakları “Beste’yle tekrar bir araya
gelmemize içelim.” diyorlardı. Kendisi de farkında olmadan ayak uydurmaya
başlamıştı bu duruma. “Evet, ismim Beste olabilir ama ne dediğiniz sene
üniversitedeydim ne de hiçbir zaman o bahsettiğiniz karaktere sahip biri
oldum.” Demek istese de diyemiyor sadece suskun bir gürültüde dinliyordu
olacakları.
“Bu
kitapların hepsini okudun mu sahi? Aklı beş karış havada Beste’ye bak sen!”
“Okudum
elbette!” İlk defa konuşmuştu masada.
Kadınlar
nihayet amaçlarına ulaşacaklarından memnun:
“Okudun
da ne oldu peki? Bu evin kirasına yetiyor mu bari şu çevirilerden
kazandıkların?” Bir yandan kadehini tazeliyor bir yandan içindeki bastırılmış
nefreti kusabileceği bir av bulduğu için sevinçli daha da bir hırsla
saldırıyordu. Kendisi galip gelmeliydi, aksini düşünemezdi bile. “Ben okuldan
sonra devam etmedim. Kocamın parası her şeye yetiyor. Neden kendimi
hırpalayayım ki. Geziyorum, istediğimi yiyip içip alışveriş yapabiliyorum
özgürce.”
Sinirine
dokunmuştu kadının mükemmelliği, o kadar içtiği halde ruju gram bozulmamıştı.
Aniden kalkıp “Çıkın, defolun evimden! Şimdi polis çağıracağım! Defolun dedim
size!”
Kadınlar
allaşmış yanaklarıyla yalpalayarak kısa sürede terk etti evi. “Oh be! Kovmakla
iyi ettim. Tüm gece onların bedavacı yaşamlarını mı dinleyecektim yani. Hem ben
kaç kez demedim mi bu kapıcı İzzet salağına, hiç kimseyle ama hiç kimseyle anam
babam olduğunu söyleyen biri bile olsa görüşmek istemiyorum ve bana sormadan
yukarıya yollamayacaksın demedim mi?”
Aniden
yerinden kalkıp hışımla avuçlarına sakladığı kapının anahtarının serinliğini
hissederken açtığı kapıda, İzzet Efendiyle burun buruna geldi. Üstelik üzerinde
sadece beyaz tişörtü vardı ayakları ise çıplaktı.
“Beste
Hanım az çekil de geçsin arkadaşlar.”
İki
adam salonun orta yerine getirdikleri paketi el alışkanlığıyla açtı. Beyaz ve
ferah arkadaşının tam karşısındaki boş duvara yerleştirdiler paketten çıkan
devasa tabloyu.
“Bu
ne İzzet Efendi?”
“Siz
sipariş verdiniz ya!”
Zihnini
bir kaşık yardımıyla çorba gibi karıştırıp tüm unuttuklarını bir kâsede
kendisine sunmak istedi.
“Tamam,
güzel tablo. Ama ben sana kaç kere dedim. Bana sormadan kimseyi yukarıya
yollama diye. O iki kadından bahsediyorum bakma öyle aval aval!”
“Ne
kadını Beste Hanım? Ben kadın falan görmedim. Saatlerdir aşağıdayım. Ne gelen
var ne giden!”
Cevap
arayan gözlerle üç adama tek tek ve uzun uzun baktı. Bakışların sorgusu hiç
bitmiyor, ay ışığının da yardımıyla sonsuzluğunu kutluyordu bu eziyet. Daha
fazla dayanamayan adamlar bir kirpik buluşması boşluğunda, usulca uzaklaştı
evden. Hiçbir şey söylemeden beyaz ve ferah arkadaşına sığındı. Ve bütün gece,
tablonun maviliğinden ayırmadı çehresini.
BENGÜL ALKAN