Bugünle
beraber sekiz oluyor. Tam sekiz gündür çıkmıyorum evden. Arada bir zili
çalanlar ve birkaç telefon arayışı dışında pek rahatsız eden olmuyor. Lambaları
bile yakmıyorum. Evde olmadığımı, belki de hiç kimseye haber vermeden uzak bir
yere yolculuğa çıktığımı düşünsünler istiyorum. Kendi kendimle sohbet ederken
yakalıyorum son zamanlarda benliğimi. Korkmalı mıyım emin değilim. İnsanın
etrafında iki kelime konuşabileceği kimse yoksa kendi kendine yarenlik
etmesinde ne sakınca görülebilir ki? Bir de bunun insanlar arasındaki halini
düşününce durumun pek de vahim olmadığı kanısına varıyorum.
Sadece
su, peynir ve ekmek yiyorum. İçim almıyor daha fazlasını. Daha ne kadar böyle
bekleyeceğimi bilmiyorum. Şimdi gelir, yok bu gece kesin gelecek derken sekiz
günü, şu koltukta uykusuz, yarı aç geçirir oldum. Ah nasıl da büyülemişti beni.
O içeriye girdiği an herkes hatta evdeki eşyalar bile saygı duruşuna geçmişti.
Yürüdükçe gözümde bir o kadar daha büyüyor, tanıdığım herkesin boyunu geçiyor,
uzunluğu arşa değiyordu adeta. Yüzünde bir başka ifade vardı o, gece mi gündüz
mü olduğuna karar veremediğim gün.
Annemin
yüzüne, yılların çizgilerini silmiş bir vakurlukla bakmıştı. Nasıl da kararlı
nasıl da korkusuzdu. Sahi annemin ne işi vardı o gece orada? O öleli çok olmamış
mıydı? İzin mi alıp gelmişti yani öteki taraftan? Dedikodunun kokusunu aldı
mıydı kaçırmaz o, bilmez miyim? Hep öyleydi, ömrü boyu, ölünce de değişmemiş
demek ki huyları. Açıkçası içimin ürpertisine, kalbim kaynar sular damlatmadı desem yalan
olur. Bir an, o dev bacakların önüne set çekip “Hayır giremezsin. Bir adım bile
attırmam, bu eşikten geçirtmem seni! Taa öteki taraftan boşuna mı geldim
sandın?” diyecek diye nefesimi soluğumda boğmama ramak kalmıştı. Neyse ki
korktuğum şey gerçekleşmemiş, beni içinde kaybolmak üzere olduğum çürümüş
girdaptan, işinin ehli bir diş hekimi gibi acısını hissettirmeden kurtarmıştı.
Nasıl
da ürkütücüydü. Saçı, yüzü, en kötüsü de çıkardığı seslerdi. Israrla kendisinin
aslında ben olduğuma inandırmaya çalışıyordu. Hayır, ben değildim, olamazdım da
çünkü çok iyi biliyordum onun kim olduğunu. Çıldırmışçasına bağırıyor,
gözlerinin kırmızılığını çevreleyen kahverengi lekeler, saçlarına da uyum
sağlıyordu. Ürküyor muydum ondan, yoksa beni kendim olduğuna inandırmasından
mıydı korkum? Çılgınlığı uslanmaz halde çağlıyor, okyanusun derinine çekiyor,
farkına varmadan boğuyordu beni. Kahverengi, tahta bir sandalyeye oturtulmuştum.
Ve etrafımda, yeryüzüne ait olmayan bir dilde, şarkılar mırıldanıyordu öfke
dolu anlamlarla kaplı. Durup inceledim onu, ağzımı açık bıraktım boğulmamak
için. Bu şekilde biraz olsun kendini koruyabiliyordu zihnim. İnsanla hayvan
arasında kalmış bir mahlûktu karşımdaki. Üstelik çirkinliği dayanılmaz derecede
ağır kokuyordu. Burnumun ucu yere yapışmış vaziyette, varlığından huzursuz olan
ruhum hiçbir şey yapmadan sadece bir köşeye sinip otursa da kabul etmeyecekti
tatsızlığını.
Deliliğin
kayganlığında, koyuluğundan körleşen bakışlarıma inat yapışıverdi yüzüme gözleri.
“Bende gördüğün sensin!” dedi benim sesimi uluorta çalarak.
Tam
o anda, bulunduğum sandalyenin yanı başından, evin tavanını, apartmanda bulunan
tüm tavanları da delip geçen, karnımı gıdıklayan o sonsuz ışık belirdi. Olanca
kudreti, yaş almazlığı ve içime oturmuşluğundan varlığımı çekip çıkaramadığım
sarsılmazlığıyla kurtardı beni kendimden ve canımı acıtan her ne varsa tozpembe
şekerlere dönüştü. Son kez onun bulutları yaran elleri ve meraklı
kokuşmuşluğuyla karşılaştı gözlerim. Ardından bir terlik fırlatılışında yok
oluşunu seyrettirdi bizlere son kez.
İşte
o zamandan beri bekliyorum, tekrardan geleceği anı. Bu kez tek bir saniyesini bile kaçırmadan
anbean zihnimin odalarına kitlemek için hatırasını.
BENGÜL ALKAN