Aylardır
silmediği oturma odasının penceresinden, saatlerdir kıpırdamadan bomboş sokağı,
heyecanı sönmüş bir merakla izliyordu. Sabırsız bir el tarafından yumruklanan
sokak kapısı, biraz daha açılmakta gecikilirse nezaketi bir yana bırakıp kendi
üstünlüğünü kullanacaktı. Sert yumruk darbelerine sözcükler de yardım etmekten
geri kalmadı.
“Aç
şu kapıyı! Kırdırtma bana!”
Tüm
gürültü patırtı bir anda baltayla ortasından ikiye ayrılıverdi. Kapının
açıklığında, yüzünde yıllardır biriktirdiklerini asla dışarıya yansıtmayan
mimiksiz, neşesiz, hatta organsız bomboş bir suret şeklinde öylece dikiliyordu.
Uzun, sakin ve huzursuzlukla kaplı bakışlarından kaçacak başka bir yer yoktu
yine o bakışlardan başka.
“Niye
açmıyorsun? Niye?”
“Canım
öyle istiyor.” Deyip çocukça bir şımarıklıkla silkti omzunu.
“Hazırlan
hadi. Pikniğe götürüyorum sizi.”
“Ne
pikniği şimdi bu? Hayatta olmaz! Benim bir sürü işim gücüm var evde.”
Adam,
kulaklarını gireceği tüm sınavlara önceden hazırlamış, cevaplarını cebinin
derinlerinde hazırda tutuyordu. Kadının sözcüklerini umursamadan içeriye girdi.
Elinde tuttuğu sarı renk lale demetini masanın üzerine bıraktı.
“Kızım,
uyan bir tanem. Pikniğe gidiyoruz. Söz verdiğim gibi.”
Sarı
lalelere tiksintiyle bakan kadın, kusmakla tükürmek arasında bocaladı bir an.
Ardından hazırladığı dev salyalı topu, çiçek demetinin üzerine gönderdi.
Sırılsıklam olan laleler ağlamış gibi gözüktü gözüne. Neşesi yerine şimdi
gelmişti işte. Bir tek kendisi mutsuz olacak değildi ya!
Kucağında
kızıyla oturma odasına dönen adam:
“Şu
ağaç, izin versek neredeyse pencereden içeriye girecek. Ne arsızlık! Sana mı çekmiş
ne? Bütün gün baka baka kendine benzettin sonunda etrafında ne varsa! Ama
kızımı da benzetemeyeceksin kendine. İzin vermem!”
“Ağaç
dedemden yadigâr. Bilmiyor gibi konuşma. Canımı sıkma benim. Piknik mi ne
diyordun, yürü hadi nereye gidiyorsak gidelim, çocuk da çok heves etmişti
zaten.”
Bu
kadar çabuk ikna olmasına şaşırmıştı adam. Ne de olsa hep karşı cevap almaya
alışkındı. En ufak şeyde muhalefet olurdu kendisine. Çilek alalım dese kiraz
isterdi en basitinden. Ne söylese aksini iddia ederdi. Mahsustan mı yapardı
karısı bunları yoksa fark etmeden mi, emin olamazdı yıllar yılı.
Babasının
kucağından inen kız:
“Anne
ne güzel çiçekler. Sana mı almış babam?” İnce, küçük ve bembeyaz parmaklarını
okşamak üzere sarı yapraklardan birine değdiren çocuk, dikenlerin ısırığına
kapılmış gibi geri çekildi.
“Iyy
bu ne! Burnu akmış bu çiçeğin.”
Komik
buldu kızının bu saf yaratıcılığını kadın.
“Uzatma
da üzerini giyin. Bak şimdi vazgeçeceğim!”
Adam,
kadın ve çocuk kısa zamanda ellerinde piknik sepeti yola koyuldu. Yürüyerek
gitmeyi önermişti adam ve hayret, kadın kabul etmişti. Bugün birçok şey ters
gidiyordu adama göre. Sanki herkesten gizli bir köşeye saklanıp kıs kıs gülen
bir tuhaflık hâkimdi ailenin üzerinde.
“Off
koptu ayaklarım. Dağ başında yaşayan kaç aile kaldı bizden başka? Bir minibüse
bile bindirmekten kaçın sen, cimri, meteliksiz ayı!”
“Sen
kabul etmedin mi yürümeyi? Şimdi niye sızlanıp duruyorsun o halde? Sen zaten
hep böylesin. Evlenmeyi bile sen istedin sonra zehir ettin hayatı hem kendine
hem bana hem de şu el kadar kıza!”
Yine
aynı çocuksu şımarıklığını takınan omzu, havaya kalkıp indi.
“Anneciğim,
babacığım ne olur kavga etmeyin.”
Küçük
kızın titreyen sesi bir süre suskunluğa haps etti birikmişlikleri. Sabah ki
yumuşak hava, yerini sert ve tozlu bir rüzgâra bırakmıştı. Kadın, rüzgâra karşı
eteğini yatıştırıyor, küçük kız, gözlerine sığınan toz harelerini kovmak
istedikçe saklanabileceği tek korunakmış gibi yayılıyordu bakışlarına
yapışkanlık.
“Yaa
anne! Eve gidelim!” Ağlamaya, ayaklarını toprağa vurmaya başlamıştı çocuk.
“Yapma,
iyice tozuttun ortalığı!”
Tiksintiyle
yoğrulmuş acılı sözcüklerini ağzından çıkarıp kadının çiçekli elbisesinin
göğsüne doğru fırlattı adam:
“Sus
be kadın sus!” Rüzgârı da mı biz çıkardık! İnsaf et!”
Verilecek
bir cevap bulamayan kadın, karnının içinde homurdandı. Rüzgâr dinmiyor gittikçe
şiddeti artan bir fırtınaya dönüşüyordu. Bir süre sonra fırtınanın öfkesi;
kadını kollarından tutup; inat etmesine, direnmesine ve en önemlisi sarf ettiği
sözcüklere rağmen alıp hiç kimsenin bilmediği çıkmaz sokaklarına sakladı.
Adam
ve çocuk, sığınacak bir yer bulabilmişti son anda. Havanın kararmasına yakın,
fırtına dinmiş, sanki onca yaygarayı kendisi kopartmamış gibi mis kokulu,
insanda yaz akşamlarının o huzurlu hareketliliğini andıran neşesini bırakmıştı
geriye. İlk olarak kadının yokluğunu çocuk fark etti.
“Annem
yok! Anneee!”
“Yok
mu?” Başını uzun uzun kaşıyan adam şaşırdı bir an, demek ki kulakları
duyarsızlaşmıştı, yıllardır hep aynı kötü sesli şarkıcının hep aynı şarkısının sözlerini
hiç bitmeden tekrarlamasından…
Uzun
aramalar sonuç getirmemiş, kadına dair en ufak bir ize rastlanmamıştı. Herkesi
kol kıllarını havaya kaldıran bir merak sarmıştı. Nereye kaybolmuştu koskoca
kadın? Uçacak değildi ya! Rüzgâr bir yere kadar sürükler sonra da bırakırdı
herhalde. Yani onlar da cahil insanlardı sonuçta ne bilsinlerdi rüzgârı, ilimi,
bilimi! Bildikleri tek bir şey varsa, o da kadının sürekli hayatından,
kocasından, kızından şikâyet etmesiydi. Sonunda cezalandırılmıştı işte! Kısa
sürede kulaktan kulağa yayılmakta gecikmedi bu laflar.
Küçük
kız günlerini ağlamakla geçiriyordu. Her gün, kapının çalacağı ve içeriye
annesinin gireceği hayaliyle avunuyordu. Tüm bu hengâme içerisinde kadının bir
anda yok oluşuna neredeyse kalkıp göbek atacak kadar sevinen tek kişi vardı.
“Ne
yapayım tutamıyorum sevincimi. Tek korkum başkalarının yanında belli etmek.
Belli mi olur sen öldürdün karını deyip polisi, jandarmayı işkillendirir bu
işsiz güçsüz takımı!”
O
yüzden her hareketine çok dikkat eder olmuştu. Düşünmeden tek bir adım atmaz,
basit bir sohbet esnasında, kendisine yönlendirilen sorulara bile üç kere
düşünmeden cevap vermez olmuştu. Hayatı daha mı iyiydi şimdi yoksa daha mı kötü,
karar veremiyordu. Eski yaşamına ait tek bir şey vardı. O da sonsuz döngüye
girmiş didişmeleri. Ama şimdi… Neredeyse paranoyak olacaktı. Kime baksa, ne
söylese ne duysa “Acaba benden şüpheleniyorlar mı? Acaba rüzgâr değil de kocası
itmiştir onu bir yerlerden aşağıya, diyenler var mıydı arkasından?”
İçinden
çıkamadığı soruların ardına saklanmayı seçti sonunda. Evden hiç çıkmamaya
başladı. Eskiden kızdığı şeyleri şimdi kendisi yapıyor, günlük alışkanlıkları
arasına sessizce sızmasına izin veriyordu. Uzun uzun pencereden dışarıyı
izliyor, kızının her davranışında kızacak bir şey buluyor, yemek yapmıyor, komik
olduğunu sandığı gülünçlüklere düşüp düşüp kalkamıyordu.
Bir
gün, pikniğe gidecekleri günün sabahında eve getirdiği sarı lalelerin hala ilk
günkü diriliğiyle vazonun içerisinde durduğunu gördü. İmkânsızdı bu. Hala nasıl
solmadan taptaze kalabilmişlerdi ki?
“Yoksa
konu komşunun dedikleri gerçek olmasın? Efsunlu muydu bu kadın?”
Sanki
etrafında biri varmış gibi boşluğu elleriyle kovaladı. Zilin sesiyle oturduğu
yerden tavana hoplayan kalbi, aceleyle açtı kapıyı.
“Niye
geç açılıyor bu kapı?”
Gözleri,
son zamanlarda kendisine tuzaklar kurmaktan vahşice bir zevk alır olmuştu.
Katlanılması güç oyunların tuzağından kaçıp kurtulacaktı artık. Kapıyı sertçe
kapattı. Şiddeti artarak tekrarlanan vuruşlar yüzünü tokatlayıp,
yanılsamalardan çekip çıkardığı gözlerini gerçeğin orta yerinde yapayalnız
bıraktı. Eski hayatına kavuşmuş olmanın sevincine kapılan elleri, hızlıca açtı
kapıyı. İçeriye o her zamanki memnun olamayan edasıyla giren kadın, burnunu
sevimsizce kaldırıp pencerenin önündeki yerinde sokağı seyretmeye başladı.
“Şu
pencereleri de bir gün silsem mi ne?”
BENGÜL ALKAN