KAVİMLER GÖÇÜ VE SONUÇLARI
Batı dünyasının lideri konumunda
bulunan ABD, dünyanın tek kutuplu bir dünya olması için tüm şeytani vasıtaları
birer birer devreye sokuyor. Yaptıkları araştırmalarda yakın gelecekte enerji
kaynaklarının tükeneceğini gördüler. Bu sebeple; Saddam Rejiminim balistik füze
ürettiğini ileri sürerek ve Irak’a demokrasiyi getirmek bahanesiyle enerji
kaynakları zengin olan Arap dünyasına gözünü dikti. Şeytanlık budur ki; bu
ülkelerin anti-demokratik koşullarla yönetildiğini öne sürerek bir haçlı seferi
planladı.
ABD, 11 Eylül 2001 günü Usame Bin
Ladin'e bağlı teröristlerce kaçırılan iki yolcu uçağı, New York'taki Dünya
Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelere özenle hesaplanmış noktalardan çarpmışlardı.
Meydana gelen patlamalar sonucu her iki kule de çökmüş, üçüncü bir uçak
Washington, DC'deki Pentagon binasına çakılmıştı. Bu sebeplerin yanında İran
ile Irak arasındaki anlaşmazlığın odak noktasında bulunan İran’ın askeri
varlığının geri çekmemesini savaş sebebi olarak gördü ve 22 Eylül 1980 yılında
Irak ordusunun sınırı geçmesini üstü örtülü bir şekilde sağladı. Irak Devleti
daha önce Şattülarap Anlaşması’nı (22 Eylül 1980) tek taraflı feshettiğini
açıklamıştı. Savaşın ilk günlerinde Irak baskın görünse de sekiz yıl süren bu
kardeş savaşı, 1988 yılında ateş kes ilan edilerek sona erdi. ABD, bölgeye bir
filo göndererek ve bayrağını çekerek Körfez petrol yolunu kontrol altına aldı. Bu
ABD filosu, kendisine yanaşık bir pozisyonda duran Kuveyt’in petrol tankerlerini
korumaya başladı.
Barzani, 2003 yılında Irak'ın
işgalinden sonra kurulan Irak Hükûmet Konseyi'nin üyesi oldu ve 2004 yılı Nisan
ayında konseyin başkanı oldu. Haziran 2005'te Irak Kürdistan Parlamentosu
tarafından Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı seçildi. Şu anda Irak’ta çeşitli
devletçikler ortaya çıkmış durumdadır.
Emperyalist ABD, işgalci zihniyetini
bazı gerekçeler uydurarak 20 Ekim 2011 yılında Libya’ya bir saldırı düzenledi.
Bu vahşeti televizyonlarda tüm dünya halklarına naklen izlettirdi. Libya işgal edildi,
Kaddafi yakalandı ve idam edildi; böylece kırk yıllık Kaddafi rejimi yıkıldı.
Şu anda Suriye ve ABD arasında
diplomatik ilişki yoktur. Suriye İç Savaşı nedeniyle 2012'de ilişkiler
kesilmişti. İki ülke arasında tartışılan başlıca konular Arap-İsrail sorunları,
Golan Tepeleri işgali ve Irak Savaşı'dır. 2012'de düzenlenen ABD'nin Dünya
Liderliği Raporuna göre, hala devam eden Suriye İç Savaşı süresince
Suriyelilerin %29'u ABD liderliğini onaylamakta, %40'ı onaylamamakta ve %31
kararsızdır.
ABD’nin Suriye üzerindeki
operasyonları tam olarak gerçekleşmedi çünkü Suriye’nin koruyucu gücü olarak
kendini gösteren Rusya, ABD’nin emellerinin tam olarak gerçekleşmesine engel oldu.
Ancak Rusya, Suriye’nin karagözüne hayran olduğu için değil, Doğu Akdeniz’de ve
Arap coğrafyasında egemen bir güç olarak varlığını göstermekti. Bunu nispeten
gerçekleştirmiş olsa da ABD, Arap ülkelerinin çoğunu yedeğine almayı başardı. Şu
an itibariyle Fırat nehrinin doğusu ve batısı ABD ve Rusya tarafından işgal
edilmiş durumda.
Bu kısa girizgahı hafızamızı tazelemek
amacıyla yaptım. Şimdi asıl meseleye dönebiliriz:
Acı ama gerçek bir süreç yaşadığımızı
üzülerek belirtmek isterim. Bu işgal yıllarında ülkemin yö-neticileri, ilk
zamanlarda “ABD’nin ne işi var?”, “sınırlarımızda bir Kürdistan devletinin
kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” diye kükremişti! Çok geçmeden her ne oldu
ise; İsrail’in Siyonist madalyasını boynuna takılmasından rahatsız olmayan
asrın lideri, bir anda kendisini BOP eş başkanı olarak ülkeme tanıttı ve “üzerimde
vazifeler var. Vazifemin gereği olarak gerektiğinde papaz cübbesi de giyerim,
iblislerle de istişare ederim” demişti. Ve NATO güçlerinin bir an evvel işgale baş-lamasını
istemişti!
Bu emperyalist kuşatmada bu ülkelerin
altı üstüne gelerek cehenneme döndü. Can pazarında kur-tuluş yolu arayan mazlum
ve masum insanlar, ülkemize kitleler halinde bir büyük göç başlattılar. Bazı Arap
ülkelerinin yanı sıra, bazı Avrupa ülkeleri de mülteci kabul etti ancak kılı
kırk yararak bu göç hareketini yönetti. Nitelikli, sicili temiz ve eğitimli
insanları ülkesine kabul etti. Ülkemin yöneticileri ise “alnı secdeye geliyor.
Onlar muhacir, biz ensarız” diyerek, kim olduğu meçhul kişileri “açık kapı”
politikasını uygulayarak ülkemize yığılmasına sebep oldu.
15 Mart 2011 yılından bugüne kadar
devam eden bu kitlesel göç hareketi sonucunda resmi rakamlara göre 6 milyon
civarında mülteci ülkemize giriş yapmış durumda. Ülkemize doluşan mülteciler
sadece Suriye’den olmayıp, Irak’tan, Libya’dan, Pakistan’dan, Afganistan’dan,
Tacikistan’dan ve daha başka ülkelerden de mülteci olarak ülkemize giriş
yaparak oturma izni aldılar. Ülkemin yöne-ticileri, bunu yeterli görmeyip,
emlak alan sığınmacılara ya da mültecilere Türk vatandaşlığı vermeye başladı.
Sosyologlar ve bazı siyasetçiler, asrın
büyük göç hareketi karşısında Türk yöneticilerinin “din” eksenli bir göç
politikası yürüttüğünü söyleyerek, ileride Türkiye’nin sosyolojisinin ciddi
şekilde bozulacağını ve bunun acı ama gerçek sonuçlarıyla karşı karşıya
kalacağımızı söylemişlerdi. Bu gün itibariyle Türkiye’nin sosyolojisine
baktığımızda başta Kilis olmak üzere ülkemizin pek çok il ve ilçelerinde
Suriyeli nüfusunun yerli nüfustan daha fazla olduğunu görebiliriz. Yerli halk,
bu mülteci istilasından mustarip olup, başka şehirlere taşınmak zorunda
kalmaktadır. Türk vatandaşlığı alan bu mülteciler bazı il ve ilçelerde nüfus
yoğunluğunu gettolaşmaya vardırarak çeşitli suç çeteleri haline dönüşmektedir.
Basın ve medya aracılığı ile bu sığınmacılardan kaynaklanan pek çok suç
olaylarına şahit oluyoruz.
Siyasiler, sığınmacılara çeşitli
imkanlar tanımaktadır. Örneğin, sınavsız üniversiteye girmek. Elin-de gerçek
belgesi olmadığı halde doktor veya öğretmen olduğunu söyleyenlerin Türkçe
bilmeme-sine rağmen hastanelerde doktorluk, okullarımızda öğretmenlik yapmasına
ne yazık ki müsaade edilmektedir. Vicdan sahibi olanlar, çocuklarını geleceğe
hazırlamak için üniversite okutan vatandaşlar haklı olarak bu çifte standarda
isyan etmektedir. Bu imtiyazların yanında her mültecinin vergiden muaf olarak
ticaret yapmalarına da imkân tanımaktadır. Bu ülkemin insanları, açtıkları
ticarethanelerinin vergilerini vermekte zorlanırken, bu çifte standarda isyan
etmektedir.
Sığınmacılar konusunda çözüm bekleyen
sorunlar bence şu şekilde sıralanabilir:
a-) Beşer Esad, tam olarak otuz üç
defa başka ülkelere mülteci ya da sığınmacı olarak giden tüm Suriyelileri
Suriye’ye çağırmıştır. Türk yönetimi, bu çağrıya kulak vermeli, Esad
saplantısını bir kenara bırakarak Suriyelilerin bir an evvel ülkesine dönmesini
sağlamalıdır.
b-) Ülkemizde Türk vatandaşı olarak
kalmak isteyenlerin de Türk toplumuna adaptasyonu mutlaka sağlanmalıdır. İlerleyen
süreçte, ülkemizin mücbir sebepleri göz önüne alınarak Türk vatandaşlık-ları iptal
edilmeli ve özendirici imkanlar sunularak sığınmacıların kendi ülkelerine
dönmeleri sağlanmalıdır.
c-) Yabancı gettolar lav edilmelidir. Suç
çeteleri mutlak surette yakalanıp, cezaevlerine konulma-lıdır. Toplumun dirliği
ve düzeni mutlaka sağlanmalıdır.
d-) Ticarethanelerde Arapça tabela hakimiyeti
sonlandırılmalıdır. Ticaret, vergilendirilmelidir.
e-) Bu tedbirlerin büyük kısmını
belediyeler almaya başlamıştır. Devleti yönetenler de belediyelerin bu
çalışmalarına destek vermeli, ülkemiz mülteci işgalinden bir an evvel arındırılmalıdır.
f-) Dil bilmediği halde doktor,
öğretmen ya da avukat olan mültecilerin iş akitleri feshedilmelidir.
g-) 2011 yılından beri ülkemizi işgal
eden sığınmacıların statüsü “geçici kabul” anlaşmasına dönüştürülmelidir.
Avrupa Birliği’nin verdiği üç beş doları Türkiye, bu ülkelere vermeyi
önermelidir.
h-) Siyaset kurumu, bu tedbirleri
almak istemiyorsa, ülkemizin geleceğini ön planda tutarak ülke-mizin her yanına
yayılmış olan tüm sığınmacıları ya da mültecileri Güney Doğu Anadolu
Bölgemizde açılacak olan büyük bir yaşam alanında iskan etmeli, her türlü
insani hizmetler orada verilmelidir. Hiçbir art niyetli sığınmacının buradan
çıkarak suç üretmesine müsaade etmemeli; ciddi bir sabıka araştırması
yapılmalıdır.
I-) Sığınmacıları ya da mültecileri
kontrol etmekle görevli Göç İdaresi’ne geniş yetkiler verilmeli; sınır
güvenliği mutlaka sağlanmalı, açık kapı politikasından behemehâl vaz
geçilmelidir.
Şu an itibariyle, bahsi geçen ülkelerde
belirli bir sükûnet başlamıştır. Bu durum, ülkemiz için bir fırsat olarak
değerlendirilmeli, gayri resmi rakamlara göre 12 milyona ulaşan bu mülteciler,
ülkelerarası diplomatik yollarla kendi ülkelerine gönderilmelidir. Aksi halde,
‘kavimler göçü’ sebebiyle paramparça olan Roma İmparatorluğunun akıbetini yaşayabiliriz.
“Yüce Allah, ülkemizi büyük
yıkımlardan ve kargaşalardan korusun” diye temennilerde bulunurken, Yüce Allah’ın
aklını kullananlara yardım ettiği gerçeğini de akıldan uzak tutmayalım.