Aşk,
sevi insanı soylu bir duygudur. Yazıma konu olan aşk Yunus’un şiirlerinde
betimlediği Mevla’ya duyulan ilahî aşktan öte dünyevi konuları içerecek. Bizler
en büyük aşkı ebeveynlerimize, annenize duyarız öncelikle. Annelere duyulan aşk
elbette karşılıklıdır. Anneler de çocuklarını koşulsuz ve katıksız aşkla
severler. Çocuklar da annelerine yüce, tanımsız bir aşkla bağlıdır. Annelerin
çocuklarına karşı duyduğu doruklardaki sevgisine, aşkına örnek olacak masalımsı
bir kıssa anlatmak isterim annemden dinlediğim:
Mutlu
bir çift yaşarmış bir zamanlar. Çocuklarının kuşlar gibi cıvıl cıvıl sesleri
ailenin mutluluğuna mutluluk katarmış her gün. Ailenin mutluluğu annenin
onulmaz bir hastalığa yakalanmasıyla gölgelenmiş. Annenin hastalığı ilerlemiş,
kaçınılmaz ölüm yaklaşmış. Yakında öleceğini iyice hisseden anne kocasına, “
öleceğim doğan güneş gibi belli. Öldüğümde sağ elimi bileğinden kes, sakla;
benden sonra evlenmeni isterim. Evlendiğin zaman eve getireceğin kadın
çocuklarımı seveceği(!) zaman benim elimle sevsin!”
Karşı cinslerin karşılıklı yaşadıkları
tertemiz, yakıcı aşklar da saygıdeğerdir. Leyle-Mecnun, Kerem-Aslı… gibi destanlaşan
aşklar aşık, maşuk aşklarının ölmez örneklerdir. Günümüzde birçok güzel
hasletlerimizin çokça yozlaştığı gibi gençlerin yaşadıkları aşklarda da
güzellik kalmadı. Kısa süreli tanışmalar, birliktelik ve göz açıp kapayacak
sürede aşk deryasında yeni serüvenlere kulaç açmalar. Ve saman alevi gibi kısa
sürüp sönmesi günümüzün aşklarının bir gerçeği oldu maalesef. Müstesnalar
kaideyi bozmaz örneği benim de saygı duyduğum aşkın güzelliğini içselleştirip
kalplerinden silmeyenlerin az da olsa var olduğu gerçeği de yadsınamaz.
Gurbette yaşayanların
hiç terk etmeyen, soyut bir sevda yaşar gönüllerde; sıla sevdası. Anne
sevgisinin sonsuz olması gibi sıla sevgisi de sonsuzdur.
Biz Türklerin
istemeyerek yaşanan anayurt Orta Asya’dan batıya göçleri hiç durmadı. Bir türlü
yerleşik düzene geçemedik. Nice nice mücadeleler sonunda yaşadığımız toprakları
yurt edindik. Yurt edindik de ne oldu! Bu güzel toprak yetmedi toprağa rahat
basmamıza. Uzak ülkelerde ekmeğimizi arar olduk; yurt dışında milyonlarca
insanımız yaşamakta günümüzde.
Ve son yarım yüzyılda
özellikle doğduğu topraklardan farlı yurt köşelerinde yaşamak gereği birçoğumuzun
yaşam gerçeği oldu. Cumhuriyetin ilk çeyrek yüz yılında nüfusumuz yüzde
seksenlere varan bir oranda köylerde yerleşik düzende yaşardı. Büyük kentlere
başlayan göçler beraberinde köyleri terk ettik. Bunun sonucu sıla aşkını yaşamımız zorunda
kalıdık.
Sıla aşkı yakıcı bir
aşktır. Gurbeti yurt edinmiş insanımız olanaklarını zorlayarak çalıştığı
işyerinden vereceği yıllık tatilini iple çeker.
Yaz mevsiminde doğduğu topraklarda yapacağın ziyaretin özlemini ile
yanar tutuşur. İlkokul yılların bitimiyle benim yaşamımda da gurbet başladı. Kalbimde
sıla özlemi; gurbetlerde her geçen yıl daha da artarak sürmekte.
Şanslıyım her yaz
mevsiminde çocukluk, ilk gençlik yıllarımı yaşadığım benim için kutsallaşan
toprakları ziyaret etme olanağım olmakta. Köyden gurbet yaşamıma döndüğümde
sıla özlemi sarar yeniden gönlümü. Rüyalarımı süsler Kocabey Köyü’mde yaşadığım
unutulmaz anılar.
Bazı günler memlekette
çektiğim fotoğraflara bakarken, köy evimizi, evimizin çevresini süsleyen meyve
ağaçlarını ansırım. Haziran ayında çiçeklerle bezenen yeşil çayırlar canlanır
gözümde. İlkokul yıllarım canlanır hafızamda. Okul yolunda boydan boya geçtiğim
köyümüzün karşısındaki çam ormanının temiz havası, doğanın sessiz müziğini bir
kez daha yaşamayı ne çok hayal ederim.
Bazı günler ormanın
içindeki patikadan değil köy içinden yürürdüm. Okula giden arkadaşlarla buluşur
sonbaharlarda mahalle içlerindeki meyve ağaçlarından alacağımız elma-armut
benzeri meyveleri yiyerek güle oynaya okula varırdık.
Düz bir alana kurulan
okulumuzun geniş bahçesinde oynadığımız oyunlardan tattığım zevkin hoşluğu
unutulur mu? İlkbaharda köy içindeki meyve ağaçlarının kartpostal
güzelliğindeki halleri hala yaşar hayalimde.
Mayıs ayında yaylacılık
başlar, hayvanlar köyden ayrılırdı. Bu kez çayırlarda çimenler boy atar,
tarlalarda ekinler büyür birer yeşillik denizi oluştururdu. Ormanlar ve
bahçelerdeki ağaçların yaprağa durmasıyla oluşan yeşilliğe çayır ve ekinlerin
yeşermesiyle oluşan manzara kutsal kitaplarda anlatılan cennet güzelliğine
bürünürdü köyümüz.
Yine köyde ilkbaharın
gelmesiyle karlar erir, evimizin hemen yakınındaki deremiz coşar; su sesiyle
uyanırdım. Hafta sonu günlerinde toklukları (bir yıllık kuzu) yeşeren çayır ve
kırlarda güderdim. Kırlardaki fundalıkların arasında boy gösteren mor
menekşeler, eriyen karlardan sonra boynu bükük sarıçiçekler bölgemizdeki uzun
kış mevsimi sonunda ilkbaharı müjdeleyen güzelliklerden bazılarıydı.
Tatil başlangıcında
memlekete dönüş yolculuğunda Artvin-Şavşat Çoruh Nehri boyunca ilerlerken
ilçeme yaklaşınca vadinin yamaçlarını kaplayan Dünya’nın hiçbir yerinde
rastlanmayan yöremize has köknar ağaçlarının yeşilini görmekle bayram
çocuklarının sevincini yaşarım. Hele ilçeye varıp köyüme doğru giderken çevreyi
saran çam ormanlarının ve Yavuzköy Köyü’nün meyve bahçelerinin yeşil rengi,
doğaya yayılan tertemiz oksijenin varlığı hissedilir adeta. Kilometreleri kat
edip baba evine varınca unutamadığım çocukluk günlerime yeniden kavuşurum
adeta.
İlk aşk unutulmaz
denir. Biz insanların yaşama gözlerini açtığı, büyüyüp serpildiği topraklara
duyulan bağlılık, bu topraklardan uzak yaşamak zorunda kalanlar için bağlılık
en onulmaz aşk olarak filizlenir boy atar tüm benliği sarar. Ve unutulmaz ilk
aşk gibi.