İmam ŞÂFİÎ
Ebû Abdillâh Muhammed b. İdrîs b. Abbâs eş-Şâfiî (ö. 820) Şâfiî
mezhebinin imamı, büyük müctehid.
767 yılında Gazze’de doğdu. Baba tarafından soyu
Hz. Peygamber’in dördüncü kuşaktan dedesi Abdümenâf ile birleşir. Temel
eğitimini güçlü hâfızası sayesinde bir tür belletmenlik yaparak ücret ödemeden
sürdürdü. Yazı malzemesi ihtiyacını etraftan topladığı kemiklerden ve bir
devlet dairesinin atık kâğıtlarından karşılıyordu. Yedi veya dokuz yaşlarında
Kur’an’ı ezberledi; on üç yaşında iken Mescid-i Harâm’da Kur’an okutmaya
başladı. Bir yandan İsmâil b. Kustantîn’den kıraat dersleri alırken diğer
yandan ilim meclislerine katıldı.
Çevresinden gelen telkinlerle Süfyân b. Uyeyne ve
Müslim b. Hâlid ez-Zencî’den ilim tahsiline başladı. Bu dönemdeki hocaları
arasında Saîd b. Sâlim, Abdülmecîd b. Abdülazîz b. Ebû Revvâd, Abdullah b.
Hâris el-Mahzûmî, Dâvûd b. Abdurrahman el-Attâr, dedesinin amcasının oğlu
Muhammed b. Ali b. Şâfi‘, Abdurrahman b. Ebû Bekir el-Müleykî, Fudayl b. İyâz,
Abdülazîz b. Abdullah b. Ebû Seleme el-Mâcişûn’un adları da geçer. Böylece İbn
Abbas’ın Amr b. Dînâr, İbn Cüreyc ve Atâ b. Ebû Rebâh yoluyla intikal eden ilim
çizgisini tanıdı.
İmam Malik b. Enes, telkinler üzerine yirmi yaşını
biraz geçmişken ilim öğrenmek için Medine’ye yanına gelen Şâfiî’yi, yeteneğini
sezerek talebeliğe kabul etti. İmam Malik’in vefatına talebeliğe devam eden
Şâfiî hocasının ilmî birikimine en iyi nüfuz eden öğrencilerinden oldu.
Mâlik b. Enes’in vefatı üzerine Şâfiî muhtemelen
Mekke’ye döndü. Yemen valisi, Şâfiî’nin dayılarından birinin ricasıyla onu
Yemen’e davet etti. Bir yandan Mutarrif b. Mâzin, Hişâm b. Yûsuf el-Kādî gibi
hocalardan faydalanarak ilim tahsilini, diğer yandan buradaki görevini sürdüren
Şâfiî çok geçmeden kendini siyasî bir entrikanın içinde buluverdi. Dönemin
hassasiyetlerine uygun bir tertip neticesinde yönetime karşı bir ayaklanmayı
örgütlemekle suçlandı ve tutuklanıp Halife Hârûnürreşîd’in huzuruna çıkarılmak
için Rakka’ya götürüldü. Beraberinde bulunanlar idam edilirken Şâfiî güçlükle
kurtulabildi. 184 (800) yılında gerçekleşen bu olay Muhammed b. Hasan
eş-Şeybânî ile tanışmasına vesile oldu. Bir süre Rakka’da veya Bağdat’ta göz
hapsinde tutulan Şâfiî bu sırada Şeybânî’nin derslerine devam etti. Ardından
Hârûnürreşîd’in, kendisiyle ilgili olumsuz kanaatinin değiştiğini bildirip onu
4000 (veya 10.000) dirhemle ödüllendirmesi üzerine Bağdat’tan ayrılarak
Mekke’ye döndü.
Şâfiî, Bağdat’taki ikameti sırasında Şeybânî’nin
eserlerini temin etmeye çalışarak ehl-i re’yin temsilcisi konumundaki Hanefî
birikiminin zayıf yönlerini tesbite koyuldu. Daha sonra gerek Bağdat’ta gerekse
Mekke’de Şâfiî ile Şeybânî arasında münazaralar cereyan etti, hatta bunlardan
en az biri Halife Hârûnürreşîd’in huzurunda gerçekleşti. Şeybânî’nin ders
halkasına devam etmekte iken sırf ilmini sınamak amacıyla Şâfiî’nin meclisine
katılıp onun bilgisinden ve metodundan etkilenen Ebû Sevr’in anlattığı iki
anekdot Şâfiî’nin Bağdat’a ilk gidişinde ya uzun bir süre kaldığını ya da
Şeybânî hayatta iken ikinci defa gidip onunla münazaralara girdiğini, hatta
ders halkası kuracak ölçüde bir çevre edindiğini göstermektedir. Şâfiî’nin
Bağdat’ta Şeybânî dışında İsmâil b. Uleyye, Abdülvehhâb es-Sekafî gibi
hocalardan ilim tahsil ettiği bilinmekle beraber Mekke’ye döndükten sonra
Şâfiî, bir yandan öğretim faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan Irak’ta temin
ettiği eserlere reddiyeler yazdı, ayrıca Şeybânî ile aralarındaki münazaralar
devam etti. Şeybânî, Mina’da Mescid-i Hayf’ta karşılaştığı Şâfiî’ye kendilerini
eleştiren kitabını hatırlatıp onu münazaraya davet etmiş, Şâfiî aralarındaki
dostluğa zarar verebileceği düşüncesiyle önce bu daveti kabul etmemiş, fakat
ısrarlı talep üzerine münazaraya katılmıştır.
İmam Şâfiî Bağdat’ta bulunduğu dönemde Ashab-ı
hadis’e güç kazandırdı, onun sayesinde Bağdat’taki ehl-i Rey’in ders halkaları
azaldığı için kendisine nasır’ül hadis ünvanı verildi. Bağdat döneminde derslerine
en çok devam eden kişi Ahmed b. Hanbel idi.
İmam Şâfiî, Mısır’da kaldığı süre içinde önemli
sağlık sorunları yaşamasına rağmen yoğun telif ve öğretim faaliyetleriyle
meşgul oldu. İmam Mâlik’i eleştirmeye başlayınca oradaki taraftarlarının
şiddetli tepkisiyle karşılaştı; hatta bunlar onu Mısır’dan çıkarmak için valiye
baskı yaptılar. Valinin kısa bir süre sonra ölmesi üzerine ömrünün sonuna kadar
Mısır’daki ikametini sürdürmüş oldu. Hayatı talebe yetiştirmek ve ilim
tedrisiyle geçen İmam Şafii 29 Receb 204 (19 Ocak 820) tarihinde vefat etti.
Çok sayıda öğrenci yetiştiren Şâfiî’nin Mısır
öncesi dönemdeki talebeleri arasında Ebû Sevr, Ahmed b. Hanbel, Kerâbîsî ve
Za‘ferânî öne çıkmıştır. Mısırlı öğrencilerinden Büveytî, Müzenî ve Rebî‘ b.
Süleyman el-Murâdî mezhep açısından merkezî bir konuma sahiptir.
Şâfiî’nin güzel yüzlü bir kişi olduğu, sünnete
uymak amacıyla saç ve sakalını kınayla boyadığı, yemin etmekten titizlikle
sakındığı, gecenin bir bölümünü ibadetle geçirdiği, daha fazla Kur’an
okuyabilmek için teravih namazlarını evinde yalnız kıldığı, böylece bir ayda
çokça hatim yaptığı, rehavete yol açıp çalışmaya ve ibadete engel olduğu için
fazla yememeye özen gösterdiği kaynaklarda belirtilmiştir. Samimi bir
dindarlığı şiâr edinen Şâfiî’nin çeşitli bilgilerin yararı hakkında şöyle
dediği nakledilir: “Kur’an öğrenenin saygınlığı artar, fıkıhla meşgul olanın
değeri yükselir, hadis yazanın delilleri kuvvetlenir, dil üzerine yoğunlaşanın
tabiatı incelir, matematiğe yoğunlaşanın muhakemesi güçlenir, kendini
korumayana ise ilmi fayda etmez”.
Erken yaşta fetva ehliyeti kazanan ve İmam Mâlik’in
vefatına kadar öğrenci konumunda olan İmam Şafii’nin ilim ve fikir hayatı Mısır
öncesi dönem (mezheb-i kadîm veya kavl-i kadîm) Mısır sonrası dönem (mezheb-i
cedîd veya kavl-i cedîd) diye anılır.
Mısır Öncesi Dönem. Bu dönem
üç evreye ayrılabilir.
a) 179-184 (795-800) yılları arasını idari
görevli olarak geçirmiştir. Bu dönemde hep ehl-i hadîs çevreleriyle temas
halinde olmuştur.
b) Mezheb-i kadîminin teşekkül edip bu
görüşlerini tedvine başladığı 184-195 (800-811) yılları arası. İmam Şâfiî bu bu
dönemde Irak fıkhını eleştiren ve Hicaz fıkhını savunan bir telif faaliyetine
girişmiş ve mezheb-i kadîmini bu anlayışla telif etmiş olsa da muhalif
anlayışın itiraz edilemeyecek güçlü tezleri bulunduğuna vâkıf olduğu için iki anlayış
arasında bir sentez yapma sürecine girmiştir.
c) Mezheb-i
kadîminin ilân, takrir ve tedrisi faaliyetleriyle geçen 195-199 (811-815)
yılları arası. Mekke’de ulaştığı sonuçları sınamak ve Irak anlayışıyla bir
hesaplaşmaya girmek için tekrar Bağdat’a dönen Şâfiî iki yıl kadar burada
kalarak kadim fıkıh anlayışını olgunlaştırmıştır. Safedî, Şâfiî’nin kadim
görüşlerinin tamamının İmam Mâlik’in mezhebinden ibaret olduğunu belirtir.
Mısır Sonrası Dönem. Mısır’a gidişinin hemen öncesinde Şâfiî’nin
zihni o zamana kadar benimsediği İmam Mâlik’in fıkhına yönelik eleştirilerle
meşguldü. Hem ehl-i hadîsi hem ehl-i re’yi ve yaklaşımlarını yeterince tanımış,
bunların güçlü ve zayıf yanlarını öğrenmiş bulunan Şâfiî, Mısır’a vardığında
iki kesimin anlayışlarını tarafsız bir şekilde değerlendirebilme imkânını elde
etmiştir. Daha önce Hanefîler’e karşı Mâlik’i savunma konumunda kalan Şâfiî,
Mısır’da böyle bir ihtiyaç hissetmediğinden kendi özgün çizgisini tesis etmeye
koyulmuştur. Mısır’a gelinceye kadar
hocası Mâlik’i açık biçimde eleştirmeyen Şâfiî, Mısır’a ulaştığında Mâlik’in
oradaki talebelerinin taklit yanlısı tutumlarından tedirgin olmuş ve Mâlik’in
de eleştirilecek yönlerinin bulunduğunu açıkça söylemeye karar vermiş, hakikate
uymayı Mâlik’e uymaktan üstün tuttuğunu ve hakikatin Mâlik’i taklide feda
edilemeyeceğini belirtmiştir. Mâlik’e saygıda kusur etmeden onu ilmî ölçüler
içinde eleştirmiş olmasına rağmen Şâfiî’nin bu tavrı ve fikirlerinin Mısır’da
kök salıp Mâlik’in anlayışını sarsmaya başlaması onun Mısırlı öğrencilerini
rahatsız etmiştir. Hatta fiili saldırıya uğramıştır. İmam Şâfiî, belli bir
süreç sonunda ve daha köklü sebeplerle Mâlik’in fıkıh düşüncesine muhalefet
etme noktasına gelmiştir. Zira dönemin Mısır halkına dair söylediği, “Onlar
kadar cehli ilim sanan bir toplum görmedim” şeklindeki sözünden de anlaşıldığı
üzere Şâfiî, halkın kendi haline bırakılması durumunda zamanla Mâlik’i mesîh
gibi görebileceği endişesi taşımaktaydı.
İmam Şâfiî fıkıh bablarını önce ilgili âyet, hadis
ve rivayetler, ardından mesâil yer alacak şekilde tertip ederdi. Böyle sistemli
bir imlâ faaliyetine konu olan bu çerçevedeki görüşlerinin tamamı günümüze
ulaşmıştır.
Şâfiî’nin yeni dönem fıkhının kaynakları arasında,
mezheb-i kadîm döneminde şifahî yoldan veya ders notları vasıtasıyla
kendisinden faydalandığı Süfyân b. Uyeyne’nin hadis birikimi önemli bir yere
sahiptir. Nitekim İmam Şâfiî’nin eserlerinde yer alan hadis rivayetleri
incelendiğinde Süfyân b. Uyeyne kaynaklı olanların azımsanmayacak düzeyde
olduğu görülür. İmam Şâfiî mezheb-i
cedidini oluştururken Mısır’ın üç gözde Maliki alimi olan İbnü’l-Kāsım, İbn
Vehb ve Eşheb el-Kaysî’nin fıkhî birikimini tevârüs eden Abdullah b.
Abdülhakem’in Mâlikî birikimiyle ilgili zengin kütüphanesinden sıkça
yararlanmıştır.
İmam Şâfiî’nin düşünce yapısında genel olarak
vahiy, özel olarak Resûlullah’ın sünneti merkezî bir konuma sahiptir. er-Risâle’nin
başında kaydettiği âyetlerle bir yandan vahye bağlılığı temel ilke edinmenin
önemini vurgularken diğer yandan Resûl-i Ekrem’in özel konumuna ve sünneti
vahyin ayrılmaz parçası sayma gereğine dikkat çeker. Sünneti hak ettiği konuma
yükseltmek Şâfiî’nin fikrî mücadelesinin ana mihverini oluşturur. Kıyâme
sûresinin 36. Âyetinden” İnsan, kendisinin
başıboş bırakılacağını mı zanneder.”hareketle insanın sorumlu bir varlık olduğu, bunun
gereğinin ise Allah’ın insan hayatına yönelik iradesinin gözetilmesiyle yerine
getirilebileceği fikrini vurgulayan Şâfiî, her iki kaynağı oluşturan metinleri
bir bütünlük içinde işleyerek bunlarda saklı olan ilâhî iradeyi açığa
çıkarmanın şekilleri üzerinde durur.
Dil Unsuru. İlâhî çizgiyi bulup o doğrultuda yürümek
isteyenler için gerekli her türlü bilgiyi içeren Kur’an (Ey Muhammed!) Her
ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların
üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için
bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müslümanlar için
bir müjde olarak indirdik. Nahl 89) ve
vahyin ayrılmaz parçası olan Resûlullah’ın sünneti Arapça ifade edildiğinden
Şâfiî bu dile çok özel bir önem atfeder. Ona göre Arapça sıradan bir dil olarak
görülemez; ilâhî hitabın doğru anlaşılabilmesi Arapça’nın bütün incelikleriyle
kavranmasına bağlıdır (er-Risâle, s. 131-136). Risâlet için Arapça’nın seçilmiş
olmasını onun zengin yapısıyla da izah eden Şâfiî, böyle bir dili peygamber
dışında bütünüyle hiçbir beşerin tek başına ihata edemeyeceği, Hz. Muhammed’in
bu dili bütün kapsamıyla bilen tek kişi olduğu kanaatindedir. Bununla birlikte
Arapça onu konuşanların tamamının bilgisi dahilindedir ve Araplar’ın tamamına
meçhul kalan bir kısmı yoktur.
b) Mantık Unsuru. Güçlü bir muhakemeye sahip olması, Şâfiî’ye
dil ve bağlamla ilgili verileri mantıkî bir tutarlılık içinde ve maharetle
işlemesine imkân vermiştir. Bu özelliği sünnet birikimi bakımından Ahmed b.
Hanbel, sahâbe ve tâbiîn görüşleri (âsâr) bilgisi bakımından Mâlik b. Enes
düzeyinde olmasa bile bu alanlardaki bilgileri tutarlı bir bütünlüğe
kavuşturmada onlardan farklı bir konuma getirmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel,
Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünneti konusunda en fakih kişinin Şâfiî
olduğunu belirtmiştir. Bütün yazılı ve sözlü fikriyatının ana çizgisini
oluşturan bu anlayışı Şâfiî aynı zamanda bir hayat tarzı olarak benimsemiştir.
Ehl-i hadîsin Şâfiî hakkındaki minnettarlık ifadeleri, onun kendilerine sahip
bulundukları malzemeden nasıl yararlanacaklarını öğrettiğini göstermekte, bu da
Şâfiî’nin mantık unsurunun uzantısı olan yöntem bilgisi konusunda seçkin bir
konuma ulaştığına ayrı bir kanıt teşkil etmektedir. Onun bu konuda sağladığı
destek sayesinde ehl-i hadîs kendini toparlayarak varlık göstermeye
başlamıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel, Şâfiî’nin açıklamalarından önce hadisin
nâsih ve mensuhunu bilmediğini, ashâb-ı hadîsin hadislerin mânalarını
anlamadığını, yakalarını Ebû Hanîfe’nin talebelerinin elinden kurtaramadığını,
Kerâbîsî de Şâfiî’yi dinleyene kadar kitap, sünnet, ittifak (icmâ) gibi
terimleri bilmediklerini ve düşünce dünyalarına bu terimleri onun soktuğunu,
onun sayesinde sünenin çoğundan istinbatı kavradıklarını belirtmiştir. Mısır
halkına ilmî tartışma usulünü öğretenin Şâfiî olduğunu söyleyen Ebû Abdullah
İbn Abdülhakem, onun bu husustaki üstünlüğünü anlatmak için kendisiyle
münazaraya giren kişilere acıdığını ifade etmiştir. Bütün bu rivayetler
Şâfiî’nin güçlü bir diyalektiği olduğunu göstermektedir; ancak Şâfiî spekülatif
düşünceye iltifat etmeyen bir kişiliğe sahiptir. Tefekküründe geçmişin mirasını
ve beşerî tecrübeyi dikkate alırsa da kayıtsız şartsız teslim olmaz. Taklidi değil
ictihadı esas kabul eden bir bakış açısına sahip bulunduğu için Kur’an ve
Sünnet birikimi dışında hiçbir veriyi sorgulamadan almayı kabul etmez.
Kelâm. Kendi eserlerinde açık ifadelere
rastlanmamakla birlikte Şâfiî’nin bu konudaki yaklaşımlarıyla ilgili
rivayetlere göre başlangıçta kelâmla uğraştığı halde bu alanda kişinin ayağının
her an kayabileceği ve kötü bir âkıbete mâruz kalabileceği gerekçesiyle kelâmı
bırakıp fıkha yönelmiş, istediği takdirde muhalif gördüğü her anlayışla ilgili
bir kitap telif edebileceğini, fakat kelâmla birlikte anılmak istemediği için
buna girişmediğini söylemiş, talebelerini de kelâmla meşgul olmaktan
sakındırmış, döneminin kelâmcılarına karşı mesafeli durduğu gibi onların kelâm
anlayışlarını ağır bir dille eleştirmiştir. Gözün bir görebilme sınırı olduğu
gibi aklın da erişebildiği bir sınırı bulunduğunu (İbn Ebû Hâtim, s. 271) ve
başta itikadî meseleler olmak üzere bütün dinî meselelerin vahiy kaynaklı bilgi
çerçevesinde izah edilmesi gerektiğini belirten Şâfiî, ehl-i kelâmın itikadî
meseleleri Kur’an ve Sünnet’ten bağımsız sırf rasyonel bir zeminde ele aldığı
kanaatindedir. İmam Şâfiî Kur’an’ın mahlûk olduğunu iddia edenlere şiddetle
karşı çıktığı gibi Râfizî, Kaderî, Mürciî gibi fırkaları eleştirdiğine dair
rivayetler mevcuttur.
İtikad esaslarının naslarda ifade edildiği şekliyle
benimsenip teslim olunması gerektiğini belirten, felsefî izahlara gidilmesini
tasvip etmeyen ve bunun pratik bir yararının da olmadığını düşünen Şâfiî’ye
göre kulun görevi Allah’ın rızasını kazanmaya yarayacak amelleri belirleyip
yerine getirmektir. Bunu bırakıp Allah hakkında konuşmak bir tür haddi
aşmaktır. Bir tartışmada imanın söz ve amelden oluştuğu ve artıp eksildiği
tezlerini başarıyla savunup rakibine üstün gelen Şâfiî’nin amel merkezli bir
din anlayışını benimsediği anlaşılmaktadır. Şâfiî’ye göre, iman artma-eksilme
göstermeyen sabit bir yapı olsaydı insanlar arasındaki fazilet farkı meydana
gelmezdi; herkes eşit olur ve üstünlük de anlamsız kalırdı. Müminler
imanlarının tamam oluşu sayesinde cennete girerler, imandaki fazlalıkla da
Allah nezdindeki dereceleri farklılaşır; imandaki eksiklik sebebiyle kusurlu
bulunanlar ise cehenneme girerler. Şâfiî, Allah’ın sıfatları ve inanılacak
şeyler konusunda sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir: Allah’ın Kur’an ve Sünnet ile haber verilmiş isim ve sıfatları vardır.
Bunlardan delille sabit herhangi bir hususu reddetmek hiç kimseye câiz
değildir. Delil getirilmesine rağmen inkâr eden kişi kâfir olur. Delil sabit
olmadan kişi bilmemekte mâzur sayılır. Zira bu akılla ve düşünmekle
kavranabilecek bir husus değildir. Kendisine haber ulaşmadıkça bu tür konularda
kimseyi tekfir etmeyiz; bu sıfatların varlığını kabul eder ve bunlarda teşbihe
gitmeyiz. Kaderle ilgili bir soruya da, “Allah
hayrın da şerrin de yaratıcısıdır” cevabını vermiştir.
Usulü. Şâfiî’ye göre dinî hüküm ancak dinî bilgi
sağlayan bir kaynağa (cihetü’l-ilm) dayanılarak verilebilir. Bu kaynaklar ise
Kur’an veya Sünnet’te yer alan haber, icmâ ve kıyastır. Şeybânî ile girdiği bir münazarada bir asla dayanmadan veya bir asla dayalı
kıyas olmadan dinî bir konuda görüş beyan edilemeyeceğini, asıl terimiyle de
Allah’ın kitabını, Resûlullah’ın sünnetini, sahâbî kavlini ve icmâı
kastettiğini belirtmiştir. Ona göre dinî bilgi sağlayan herhangi bir asıl
hakkında “niçin” ve “nasıl” soruları sorulamaz. İnsanın görevi o aslı doğru
anlayıp gereğince yaşamaktır.
a) Kitap ve Sünnet. Şâfiî’ye göre Kur’an’daki muhtevaya ancak
Arap dili vasıtasıyla ulaşılabilir. Bir başka ifadeyle Arap dili Kur’an’ı
anlama faaliyetinin kilit noktasını oluşturur. Kur’an’ın başka dillerden bir
şey içermediğini, tamamıyla Arapça olduğunu savunduğu için bu durumun Hz.
Muhammed’in mesajının evrensel olmasıyla nasıl bağdaştırılabileceği meselesini
geniş biçimde ele alır. Kur’an’ın tamamının Arap diliyle indiği tezini işlerken
onun ihtiva ettiği bilginin -tek tek kişilerin dil düzeyini aşsa bile- bütün
Araplar’ın dil birikimlerinin sınırları dışına çıkmayacağına, yani Kur’an’ı
anlamanın imkân dahilinde olduğuna dikkat çektiği gibi bunu sünnetle ilgili
değerlendirmesinde de bir öncül biçiminde kullanır. Şöyle ki: Kur’an’ın
içerdiği bilginin tamamı Arap dilinin sınırları içinde ve bu dilin güvencesi
altında olduğu gibi mevcut sünnet bilgisi de bütün âlimlerin bilgisi
dahilindedir. Bir âlim bilerek sünnete aykırı hüküm vermez, ancak başkasında
olduğu halde kendisinde bulunmadığı için bir hadise aykırı hüküm vermiş
olabilir. Bu durumda ona yakışan, ilgili hadisi öğrendikten sonra kendi
görüşünden vazgeçip o sünnetin öngördüğü noktaya gelmektir.
İmam Şâfiî’nin düşünce silsilesi şu şekilde ifade edilebilir; Kur’an’ın
varlık sebebi insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve ilâhî çizgiye
ulaştırmaktır (“Elif Lâm Râ. Bu Kur'an,
Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve
övgüye layık, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah'ın yoluna
çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. Şiddetli azaptan dolayı vay
kafirlerin haline.” İbrâhîm
14/1). Kur’an, ilâhî çizgiyi bulmak ve o doğrultuda yaşamak isteyenler için
gerekli her türlü bilgiyi içermektedir (Ey
Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni
de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı;
her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve
müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” Nahl 89). Resûl-i Ekrem’e
Kur’an’ın muhtevasını açıklama görevi verilmiştir (“O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla
gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde)
düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik. Nahl 44). Hz. Muhammed’e,
(sav) Allah katından / O’nun buyruğuyla dilediği kullarının ilâhî çizgiye
gelmesinde bir meşale işlevi görmek üzere bir ruh vahyedildiği bildirildiğine
göre (“İşte sana da, emrimizle, bir ruh
(kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.
Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola
eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun;
göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah'ın yoluna. İyi bilin ki,
bütün işler sonunda Allah'a döner.” Şûrâ 52) peygamberliği sırasında
söyledikleri ve yaptıkları sıradan insanların fiil ve sözleriyle asla mukayese
edilemez. Dolayısıyla diğer insanların ictihadları nitelikli de olsa hadislerle
bir kefeye konamaz. Suyun varlığı durumunda teyemmüme gidilemediği gibi hadis
varken de kıyasa müracaat edilemez. Aleyhine söylenenleri cevaplandırırken,
“Ben Resûlullah’ın sünnetine muhalefet edene muhalefet etmişimdir” diyerek
bütün fikrî tartışmalara onun sünnetini müdafaa sâikiyle girdiğine, yani kendi
dinî düşüncesinin Resûlullah’ın sünnetine odaklandığına dikkat çeker.
Nebevî sünneti Kur’an’ın doğru anlaşılmasının ve
sakat yorumlardan korunmasının güvencesi olarak gören Şâfiî, sünneti içeren
sahih hadisleri belirlemeye ve bunları başarılı şekilde yorum sürecine katmaya
gayret sarfetmiştir. Şâfiî, bir hadisin kabulü için Hz. Peygamber’e ulaşıncaya
kadar sika râvilerce aktarılmış olmasını, yani ittisâl şartını taşımasını
yeterli sayar; rivayet zincirini oluşturan halkalardaki râvilerin sayısını
haberin kabulü açısından önemli görmez.
Yorumlama sürecinde birer veri şeklinde dikkate
alınması gereken unsurlar arasına Kur’an’ın yanı sıra mütevâtir ve âhâd
türleriyle bütün sahih hadisleri de katan Şâfiî, müctehidin bu veriler arasında
çeşitli düzenlemeler yaparak hüküm çıkarması gerektiğini düşünür. Bu aynı
zamanda Şâfiî’nin iç içe geçmiş olan beyan ve ictihad teorilerinin ifadesidir.
Şâfiî, vahiy ürünü verilerin bir müslümanın dünyada ihtiyaç duyacağı bütün
çözümleri ya açıkça (nas) ya da üstü kapalı bir şekilde (delâlet) barındırıp
açıkladığını (beyan) düşünür. Gerekli donanıma sahip bir müctehid bu veriler
arasında kuracağı ilişkilerle, yapacağı yorumlamalarla ilgili hükümleri
keşfedebilir. Lowry’in ifadesiyle Şâfiî’nin beyan kavramı, hukukun (fıkhın)
ilâhî mimarisini son ayrıntısına kadar inerek tasvir etmeye dönük bir teşebbüs
görünümü taşımaktadır (Studies in Islamic, s. 50).
Kaynaklara göre İmam Şafii (ra) ye kadar sünnet kavramı örnek alınmaya değer
her uygulama olarak bilinirken İmam Şafii (ra) sünnet kavramını yalnızca
Peygamber Efendimize (sav) tahsis etmiştir. Günümüzde de sünnet denilince
Peygamber Efendemizin( sav) uygulama ve tavsiyeleri anlaşılır.
b) İcmâ. Şâfiî er-Risâle’de icmâın
dayanakları arasında Kur’an’dan bir âyet zikretmese de bu konuda Nisâ sûresinin
115. Âyetiyle (“Kim, kendisine hidayet (doğru yol)
besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına
uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir
varış yeridir. ) istidlâl mantık :“bir iddiayı ispat etmek
amacıyla delil ortaya koyma”-Fıkıh: Hz. Peygamber’in sünnetinin dinde ikinci
kaynak sayılarak bu iki kaynağın ilke olarak kıyamete kadar din konusunda
yeterli olması,- Kelam: “bir hüküm veya kavramın doğruluk yahut yanlışlığını
kanıtlamak için zihnin yaptığı akıl yürütme eylemi”) ettiğine
ilişkin bir menkıbe yaygınlık kazanmıştır.
Müslümanların hata üzerinde birleşmeyecekleri
temasını cemaate bağlılığı emreden hadislere dayandıran Şâfiî bununla müslüman
topluluğun fizikî anlamda bir birlikteliğinin değil helâl sayma, haram sayma ve
bu kapsama giren hususlara riayet konusunda aynı noktada birleşmesinin
kastedildiğini belirtir. İmam Şâfiî’nin teorik planda ictihada dayalı icmâı da
delil kabul ettiği, ancak bunu haber-i vâhidden (“bir
kişinin diğer bir kişiden naklettiği haber” Fıkıh: Doğruluğu
bilindiği için Hz. Peygamber’in sözü kendisini şifahen dinleyenler açısından
hüccet kabul edilmiştir. ) sonraki sıraya
yerleştirdiği görülmektedir
c) Kıyas. Şâfiî’ye göre müslümanın karşılaştığı her
olayın mutlaka dinî bir çözümü olduğuna göre bu çözüm ya naslarda doğrudan
ifade edilmiştir ya da onlarda çözüme dair bir işaret (delâlet) vardır.
Naslarda doğrudan bir hüküm mevcutsa ona uymak, değilse doğruya ulaştıracak
delâleti araştırmak gerekir. Bu delâleti araştırmak ictihad, bir diğer adıyla
kıyastır ve ancak ehil olanlar tarafından yapılabilir.
Şâfiî’ye göre kıyas, birtakım delillerle Kur’an’da
veya Sünnet’te yer alan habere uygun bir netice elde etme çabası yahut bu
şekilde elde edilmek istenen şeydir. Kur’an ve Sünnet varılmak istenen doğru
hedefin işaretleridir. A) Allah veya resulü bir şeyi bir
özelliğinden dolayı haram veya helâl kıldığını belirtmişse, Kur’an yahut
Sünnet’in temas etmediği bir başka şeyin aynı özelliğe sahip olduğu tesbit
edilirse o şey helâl veya harama ilhak edilir. b) Bir şeyin
birden fazla benzeri olmakla birlikte bunlardan birine daha fazla benzediği
belirlendiğinde bu da ona katılır.
Diğer Delillere Bakışı. a) Amel-i Ehl-i Medîne. Ağırlıklı
biçimde sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn kavil ve uygulamalarından oluşan bu
delili kullanılış biçimi açısından sakıncalı bulan Şâfiî bunun sahih hadisleri
tasfiye mekanizması olarak işletilmesinden endişe eder. Ona göre eğer bu bir
icmâ ise icmâın şartlarını taşıması gerekir. Şâfiî’nin düşünce sisteminde bu
delilin sahâbî kavlinden öte bir değeri yoktur. Ancak hadis bulunmadığı
takdirde ve kıyastan sonra gelmek şartıyla Şâfiî’nin buna itiraz etmediği
neticesi çıkarılabilir. Şâfiî’nin usulünde sadece Kur’an ve Sünnet nasları asıl
kabul edilir.
b) Sahâbî Kavli. Şâfiî, bu konuda Mısır öncesi dönemde
Mâlik’in düşüncesine paralel bir yaklaşıma sahipken yeni dönemde son derece
temkinli bir tavır ortaya koymuş, hadis bulunduğu sürece hüküm tesisi için
sahâbî kavline dayanma ihtiyacı duymamıştır. Şafii sahâbî kavillerinde
ayrılık bulunması durumunda mevcut görüşlerden hangisi kitap, sünnet veya icmâa
uygunsa yahut kıyas yönünden daha doğru ise onu kabul edeceğini
belirtmiştir.
c) İstihsan. Fıkıhta
özel gerekçelerle açık kıyastan, genel ve yerleşik kuraldan ayrılıp olayın
özelliğine uygun çözüm bulma metodunu ifade eden şer‘î delil. Ali
Bardakoğlu-DİA)
Eserleri. Şâfiî’nin fıkıh birikimi büyük oranda bizzat
kaleme aldığı, kısmen de talebelerine imlâ ettiği eserler yoluyla gelmiştir.
Bugün Şâfiî’ye nisbet edilen eserler kavl-i cedîd dönemine ait olup tamamının
râvisi Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî’dir.
1. el-Üm. Şâfiî’nin cedîd dönemi fıkıh düşüncesini en
ayrıntılı biçimde yansıtan ve mezhebin ana kaynağını oluşturan bu eseri Rebî‘
b. Süleyman ile Za‘ferânî küçük farklılıklarla ayrı ayrı rivayet etmişlerdir.
2. er-Risâle. Şâfiî’nin fıkıh usulüne dair görüşlerini ihtiva
eden ve fıkıh usulü alanında günümüze ulaşan ilk kitap olması bakımından önem
taşıyan bu eser.
3. el-İmlâ (el-Emâlî). Şâfiî’nin bizzat yazmayıp
öğrencilerine dikte ederek oluşturduğu kitaplara el-İmlâ veya
çoğul şekliyle el-Emâlî denir. Bu isimle müstakil bir eser
günümüze intikal etmemişse de Şâfiî fürû literatürü ile tarih ve tabakat
kitaplarında mezhep imamına bu isimlerde eserler atfedilmiştir.
4. er-Red ʿalâ Muḥammed b. el-Ḥasan eş-Şeybânî.
Şeybânî’nin el-Ḥucce ʿalâ ehli’l-Medîne’deki iddialarına kısmî
cevap niteliğindedir. Şâfiî bu risâlede seçtiği örneklerle Irak fakihlerinin
kıyas anlayışındaki zaafları göstermekte ve kendilerini en güçlü bilindikleri
noktada eleştirmektedir.
5. Siyerü’l-Evzâʿî. Ebû Hanîfe’nin Kitâbü’s-Siyer’ine
Evzâî’nin yazdığı reddiye için Ebû Yûsuf bir reddiye kaleme almış, Şâfiî de
Evzâî’yi savunmak ve Ebû Yûsuf’u eleştirmek için bu eseri telif etmiştir.
6. İḫtilâfü’l-ʿIrâḳıyyeyn. Şâfiî, el-Üm içinde
yer alan bu eserinde Ebû Yûsuf’un İḫtilâfü Ebî Ḥanîfe ve İbn Ebî Leylâ adlı
eserinden birtakım örnekler seçerek Ebû Hanîfe ile İbn Ebû Leylâ arasındaki
ihtilâf noktalarını değerlendirmekte ve çoğunlukla İbn Ebû Leylâ’dan yana tavır
ortaya koymaktadır.
7. İḫtilâfü ʿAlî ve ʿAbdillâh b. Mesʿûd. el-Üm’de
bu başlıkla yer alan (VII, 172-201) ve Hz. Ali ile Abdullah b. Mes‘ûd
arasındaki ihtilâfları konu edindiği izlenimi veren eser aslında Iraklılar’ın
bu iki sahâbîye aykırı düştükleri konuları işlemektedir. Risâle er-Red
ʿalâ Muḥammed b. el-Ḥasan eş-Şeybânî’nin bir tür devamı niteliğindedir.
8. Cimâʿu’l-ʿilm. Hz. Peygamber’den gelen haberleri
bütünüyle reddeden ehl-i kelâmın yaklaşımını ilmî bulmadığı için bunları
dışarıda bırakarak haber-i vâhid niteliğindeki hadisleri ancak birtakım ilâve
şartlar eşliğinde kabul eden ehl-i re’yin yaklaşımını eleştirmektedir.
9. Ṣıfatü nehyi Resûlillâh. Eserde Hz. Peygamber’e ait nehiy
kipli ibarelerin delâleti tahlil edilmektedir.
10. İbṭâlü’l-istiḥsân. Şâfiî bu risâlede dinî kaynaklar ve
bunlardan hüküm çıkarma yöntemine dair yaklaşımını açıklayıp istihsanın geçerli
bir yöntem olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır.
11. İḫtilâfü Mâlik ve’ş-Şâfiʿî. Bu risâlede İmam Mâlik’in
sünnet ve amel-i ehl-i Medîne anlayışı eleştirilmektedir. Şâfiî’nin sahâbî
kavline yönelik anlayışına ışık tutan ifadeler de içeren eserde pek çok örnek
gösterilerek sahih hadis yanında sahâbî kavil ve tatbikatının ne destekleyici
ne de zayıflatıcı bir role sahip olduğu vurgulanmakta ve hadisler karşısında
amel-i ehl-i Medîne’ye belirleyici bir konum atfedilmesi eleştirilmektedir.
12. İḫtilâfü’l-ḥadîs̱. Kendi türünün ilk eseri olan bu
risâle hadisler arası çatışmaları ve çözüm yollarını konu edinmektedir.
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah (cc) tır.