MELÂMİYYE
III. (IX.) yüzyılda Horasan’da
Sûfîlik’ten ayrı bir akım olarak ortaya çıkıp IV (X) ve V. (XI.) yüzyıllar
boyunca etkili olduktan sonra VI. (XII.) yüzyıldan itibaren tasavvufun
tarikatlar şeklinde örgütlenmesi sürecinde bunların içinde bir neşve halinde
varlığını sürdüren Melâmetiyye veya melamiyye, Tibyanü vesa’ili’l-haka’ik adlı
eserinde XIX. yüzyıl sûfî müelliflerinden Harîrîzâde Kemâleddin Efendi’nin üç
tarikat olarak bahsederek sınıflandırdığı (tarikatlar öncesi dönemde Hamdûn
el-Kassâr’a (ö. 884) nisbetle bir tarikat olarak (Kassâriyye), Ömer Dede
Sikkînî’ye (ö. 1475) izâfeten ettiği Bayramiyye tarikatının bir kolu olan
Melâmiyye (Melâmiyye-i Bayramiyye) ve Muhammed Nûrü’l-Arabî’ye (ö. 1888)
nisbeten Melâmiyye (Melâmiyye-i Nûriyye kolu). IV. Yüzyılda Nişabur’da ortaya çıkan bir zühd
hareketidir. (O dönemde sufiler zahid olarak tanınıyordu.
Mâlikî, Zâhirî ve Hanbelîler’in
azınlıkta olduğu, Hanefîler’le Şâfiîler arasında yoğun bir düşmanlığın
yaşandığı, Şiî gruplarıyla Kerrâmiyye mensupları, Mutatavvia ile Hâricî
bakiyeleri gibi bazı aşırı gruplar arasında çatışmaların meydana geldiği bir
ortamda, Nişabur’da zuhur eden Melamiyye IV. (X.) yüzyıldan itibaren İslâm
dünyasının diğer bölgelerine de yayılmıştır.
Melâmetiyye hakkındaki bilgilerin
temel kaynağı, akımın önde gelen isimlerinden Ebû Osman el-Hîrî’nin
talebesi İbn Nüceyd’in torunu
Nîşâburlu müellif Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin (ö. 1021) Risâletü’l-Melâmetiyye adlı
eseridir. Ancak Tehzib-ül Esrar’ın (Harguşi) daha önce yazıldığını kabul
edenler vardır.
1015 yılında vefat eden Hargûşî’ye (Tehẕîbü’l-esrâr
üçüncü bölüm) göre Melâmetîler; Allah
yolunda “kınayanın kınamasından korkmamanın” (Mâide 54) temel ilkeleri olması
sebebiyle halkın beğenisini kazanmak için dış görünüşlerini süslemeye, toplum
arasında ayırt edilmelerini sağlayan bir görünüşe sahip olmaya önem vermediklerini,
gönül dünyalarını ve sırlarını bezemek amacıyla Allah’a yöneldiklerini, hayrı
gizleme ve şerri açığa vurmanın, Kaderiyye’nin havfı ve Mürcie’nin recâsı üzere
olmanın temel özelliklerinden olduğunu, bâtınlarında iddia, zâhirlerinde riya
bulunmadığını ve Allah ile aralarında bir sır olan gönül dünyalarından
kendilerinin bile haberdar olmayan kişilerdir.
Hargûşî’ye göre Melâmetîler’in
metodu ilme, sûfîlerin metodu hale dayanmaktadır. Hargûşî, Melâmetîler’in
çalışmayı ve kendi el emekleriyle geçinmeyi tercih ve teşvik etmelerine
karşılık sûfîlerin çalışmayı bırakıp zühd ve tevekkül üzere yaşadıklarını,
Melâmetîler’in mârifetin çalışma ve şahsî gayretle elde edilebileceğine
inandıklarını, sûfîlerin ise mârifetin rabbânî bir mevhibe olarak tecelli edeceği
görüşünde olduklarını ve Melâmetîler’in sûfîlerin vecd ve tevâcüd halinde
ortaya koydukları raks ve semâ gibi halleri doğru bulmadıklarını belirtir.
Hargûşî’ye göre Melâmetîler’in
başlıca özellikleri şunlardır: Bâtınlarındaki “nefsin kendisine ait olmayan bir şeyi
kendine izâfe etmesi” anlamına gelen her türlü iddiayı terkedip yalnızca
gönüllerini terakki ettirmeye çalışırlar. Başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi
bırakarak kendi kusurlarıyla meşgul olurlar. Onların halleri Allah ile kendi
aralarında sımsıkı sakladıkları sırlardır; bunları başkalarından gizleme
konusunda çok titiz davranırlar. Çarşıda, pazarda, sokakta halk ile iç içe
yaşar, ancak gönüllerindeki mânevî halleri onlardan saklamaya özen gösterirler.
Zâhirleriyle bâtınlarını, bâtınlarıyla zâhirlerini kınamaya devam ederler.
Seyrüsülûk metotları “halk ile tahalluk, Hak ile seyr”, yani halk içinde
onlardan biriymiş gibi hareket etmek, fakat Hak’tan bir an bile gafil
olmamaktır. İbadet ve taatleri ifa ettikten sonra hemen unuturlar, çünkü onları
unutmamak onlara değer vermek anlamına gelir; bu da kibir, ucb ve riyaya sebep
olur.
Sülemî ilim ve hal sahiplerini dinî
hükümlerin zâhirleriyle meşgul olan şeriat ulemâsı; Allah’a yönelen, dünyevî
şeylere karşı zühdü seçen, mârifetullah tâlibi sûfîler ve Allah’ın vuslat ve
kurbiyetiyle bâtınlarını süslediği Melâmetîler olarak üç gruba ayırmış,
Allah’ın bu mazhariyetine ulaşan Melâmetîler’in artık O’ndan ayrılmasının
mümkün olmadığını söylemiştir. Allah’ın onların mânevî hallerini insanların
bilmesini istemediğini, bu sebeple kendisiyle onlar arasındaki halin selâmette
olması için onları zâhirî özellikleriyle insanlara gösterdiğini, zâhirleri
bâtınlarına yansıdığında insanların fitneye düşmemesi için Cenâb-ı Hakk’ın
onlara böyle davrandığını belirtir. Allah ile ilişkilerinde sûfîleri Hz.
Mûsâ’ya, Melâmetîler’i Hz. Peygamber’e benzeten Sülemî, Hz. Mûsâ’nın rabbiyle
konuşurken bâtının tesirinin yansıdığını, Resûl-i Ekrem’in mi‘racda nâil olduğu
kurbiyetten sonra bile bâtını zâhirine yansıtmadığını, halka döndüğünde
onlardan biriymiş gibi dünyevî işlerine devam ettiğini ve bunun en üstün
ubûdiyyet hali sayıldığını kaydeder.
Sûfî ile Melâmetî arasındaki temel
fark üzerinde duran Sülemî’ye göre sûfînin zâhiri bâtınını anlattığı ve sırlarının nuru
fiil ve sözlerinde zâhir olduğu için o Hallâc-ı Mansûr ve benzerlerinin yaptığı
gibi iddialarda bulunmaktan, Allah’ın kendisine keşfettiği gayb sırlarını
açıklamaktan ve Allah’ın onun eliyle gerçekleştirdiği kerametleri insanlara
göstermekten çekinmez. Melâmetî ise Allah’ın emini olup kendisiyle rabbi
arasındaki hali kendisine saklar. Öte yandan Melâmetî hiçbir iddia sahibi
değildir. Çünkü ona göre iddia cahillik ve münasebetsizlikten ibarettir ve
eksiklikten kurtulamamış olmanın delilidir. Melâmetî, Allah’ın kendisini kerametle
imtihan etmesinden ve insanların bu kerametten dolayı fitneye düşmesinden
çekindiği için keramet göstermez.
Sülemi’ye göre Melametiliğin
ilkeleri şu şekildedir: Zâhirin ibadetlerle süslenmesini şirk, bâtının
hallerle süslenmesini irtidad saymak; kendilerine lutuf olarak verilen şeyi
kabul etmeyip nefsi aşağılamak için onu zillet içinde talep etmek, başkalarının
haklarını vermek, fakat hak peşinde koşmamak, nefis bir şeye çaba göstermeden
sahip olmayı isterse onu o şeyi çalışarak elde etmeye yöneltmek, bu amaçla o
şeye bir değer atfetmeyi ve ondan nefsin lezzet almasını önlemek, isyan da etse
itaat de etse nefsi her halde itham etmek; taatlerden lezzet almaya engel
olmak; Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri her hâlükârda yüceltmek,
kendilerinden kaynaklanan itaat ve amelleri küçük görmek, nefsinde bir varlık
görmemek ve dolayısıyla bir iddiada bulunmamak, ilim hakkında konuşmayı, ilimle
övünmeyi ve ehli olmayana Allah’ın sırlarını açıklamayı terketmek; halktan
farklı giyinmemek; hizmet ve hürmet edilmeyi hor görmek; kerametleri gizlemek,
bunları istidrâc, Hak yolundan ayıran hileler olarak değerlendirmek; semâ,
zikir ve ilim meclislerinde ağlamayı terketmek, ancak hüznü elden bırakmamak;
ilim ve işaretlerin incelikleri hakkında konuşmayı bırakıp emir ve nehiy
sınırlarını gözetmek; insanlardan yardım istememek, duası kabul olunca üzülmek
ve bunu bir hile olarak görmek Sülemî’nin zikrettiği ilkeler arasında
sayılabilir.
Sülemî’nin tesbitlerine göre ilk
dönem Melâmetîler’inin temel ilkesinin riya, kendini beğenme ve şöhret
düşkünlüğü gibi nefsin tezâhürlerine karşı nefsi kınama (levm) yöntemiyle
mücadele etme ve ihlâsı gerçekleştirme olduğu söylenebilir. Bu anlayışın sonucu
olarak Melâmetîler amellerini gizleme taraftarı olmuşlar, kalbî ve fiilî
amellerinin başkaları tarafından bilinmesini hoş karşılamadıkları gibi
kendilerini fark ettirecek özelliklerle ortaya çıkmaktan sakınmışlar, bu
sebeple sûfîler gibi özel kıyafetler giyinmeyip halktan biriymiş gibi görünmeyi
tercih etmişlerdir. İbn Teymiyye’nin bile takdirle andığı bu anlamdaki
Melâmetîlik, sûfîlerin âdâb-erkân ve kıyafetlerine muhalif bir hareket olarak
değerlendirilmiştir. Sûfîlerin, daha sonraki dönemlerde tarikatlar şeklinde
örgütlenip kendilerine özgü yaşam tarzı ve kıyafetlerle halktan ayrılmalarına
karşılık melâmet ehli bunlara gerek duymamış ve kendilerine toplum içinde ayrı
bir zümre görünümü vermeyi uygun bulmamıştır.
Melâmetîliğin esasları arasında fakr
ve tecerrüd bulunmadığı gibi Melâmetîlik’te dünyanın dışlanması olarak
anlaşılabilecek bir yaklaşım yoktur.
V. (XI.) yüzyıldan itibaren
tasavvufun bütün İslâm dünyasında yaygınlık kazanıp VI. (XII.) yüzyılda
tarikatlar vasıtasıyla örgütlenme sürecine girmesinden sonra Melâmetîlik
tasavvufun içinde ayrı bir damar ve bir neşve olarak etkisini sürdürmeye devam
etmiştir.
Sühreverdî Melâmetîler’in hallerinin
yüce, makamlarının aziz olduğunu, hadislere ve sünnete bağlı bulunduklarını,
amellerinde ihlâsı gerçekleştirmeye çalıştıklarını, fitneye kapılmış olanların
zannettikleri kötülüklerin onlarda bulunmadığını, Kalenderîler’in ise kalp
temizliğinin verdiği sarhoşlukla şer‘î sınırları aştıklarını, Melâmetîler’in
kılık kıyafet, hareket ve davranışlarında sıradan insanlar gibi görünerek
mânevî hallerini gizlemeye gayret ettiklerini, Kalenderîler’in ise bilinmeye ve
bilinmemeye aldırış etmediklerini söyler.
Tasavvufun tarikatlar şeklinde
örgütlenmeye başladığı VI. (XII.) yüzyıldan itibaren onun içinde bir neşve ve
bir meşrep olarak varlığını sürdüren Melâmetîlik bu dönemde ortaya çıkan başta
Hâcegân tariki-Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Mevleviyye olmak üzere büyük
tarikatları etkiledikten sonra XV. yüzyılda Anadolu’da Hacı Bayrâm-ı Velî
tarafından kurulan Bayramiyye tarikatı içinde yeniden zuhur etmiş ve günümüze
kadar etkisini sürdürmüştür.
İkinci Devre Melâmîleri, Bayramîler. Bayramî Melâmîliği’nin
kurucusu Hacı Bayrâm-ı Velî’nin önde gelen müridlerinden aşk ve cezbesi galip
Ömer Dede Sikkînî’ye tarihlenir. Hacı Bayram Veli’nin vefatından sonra aşk ve
cezbesi galip müridler Ömer Dede’ye (Emîr Sikkînî) ilim, zühd ve takvâ sahipleri
de tac ve hırkayı almış olan Akşemseddin’e bağlanmışlardır. Hacı Bayram
Veli’nin yolu Şemsiyye-Bayramiyye olarak Akşemseddin tarafından devam
ettirildi.
Bayramî Melâmîliği, Bayramiyye’den
doğan bir kol olarak kabul edilmekle birlikte tarikat mensupları kendilerini bu
tarikatın bir kolu değil tâbi bir devamı olarak görmüşler, Bayramî nisbesinin
dışında kendilerini herhangi bir sıfatla nitelendirmemişlerdir. İdrîs-i
Muhtefî’nin dervişlerinden Hakîkî Bey de tarikatı özel bir isimle tanımlamamış,
melâmeti kelime anlamıyla kullanarak dervişin kınanmaya sebep olan, şeriat ve
tarikat âdâbına aykırı davranışlardan çekinmesi gerektiğini söylemiştir.
Melâmet kavramını Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin tanımladığı şekilde tasavvuf makamlarının en üst derecesi,
Melâmî’yi de bu makama ulaşan kişi olarak anlayan tarikat mensupları Melâmî
sıfatını kullanmanın bir iddia ifade ettiği, bu makama ulaşmanın çok zor olduğu
ve ulaşılmış olsa bile bunu söylemenin mümkün olmadığı inancıyla bu sıfatı
kendileri için kesinlikle kullanmamışlardır.
Bayramî Melâmîliği, Emîr Sikkînî’den
sonra bir süre Kütahya kalesinde hapsedilen Bünyâmin Ayâşî, vefatından sonra
hakkında mehdilik iddia ettiği suçlamasıyla şikayet edilen Pîr Ali Aksarâyî’nin
irşad makamına geçmesiyle devam etti. Hakkında mehdilik iddia ettiği için
öldürüldüğü iddia edilen Pîr Ali Aksarayi’nin 17 Ocak 1539’da Kayseri’de vefat
etmesinin ardından Melâmî kaynaklarına göre kutbiyyet makamına oğlu İsmâil
Ma‘şûkī’nin geçtiği kabul edilse de Mir’âtü’l-ışk müellifi
Abdurrahman el-Askerî’ye göre, asıl yetki Vahdetin sınırsız telakkilerini
ifşadan çok takvâ ve azîmet yolunu tercih eden Pir Ahmed Edirnevi’de olmasına
rağmen İsmâil Ma‘şûkī icâzet almadan şeyhliğe kalkışmıştır.
Abdurrahman el-Askeri’ye göre İsmâil
Maşuki’yi babası İstanbul’a ilim tahsili için göndermiş ve kesinlikle şeyhlik
yapmaya kalkışmaması hususunda uyarmıştır. Ancak o İstanbul’da şeyhlik yapmaya
başlayınca bazı şathiyeleri sebebiyle fitne çıkmış ve sonunda muhtemelen
mülhidlik kelâm terimi olarak “Allah’ın varlığı veya birliğini, dinin
temel hükümlerini inkâr etmek, bunlar hakkında kuşku beslemek veya uyandırmak,
dinî kuralları hafife almak” mânasında kullanılır. İlhâda sapan kimseye mülhid denir.) suçlamasıyla idam edilmiştir.
Ömer
Dede Sıkkini’den devam eden Bayrami Melamiliği, Pir Ali Aksarayi’nin “Tarikimiz tarîk-i Hak’tır, ışkî tariktir, serçeşme-i
ışk-ı Hazret-i Ali’dir. Sârbânımız Aziz Veys’tir. Şefaatimiz rûh-ı Mustafa’dır.
Şeriat fiilimiz, tarikat kavlimiz, hakikat halimiz, mârifet re’simalımız, fazl
kârımız, muhabbet yârımız bünyâdımız, şevk merkebimiz, havf refikimiz, ilim
silâhımız, hilim sahibimiz, tevekkül ridâmız, kanaat gencimiz, sıdk menzilimiz,
fakr fahrimizdir” sözü ve “Ahlâk-ı
hamîde ile ârâste ve şeriat ile müzeyyen olun. Eğer üzerimize cilve eden sırrın
sebatını ve zâhir olan hallerin devamını talep ederseniz şeriattan dışarı
çıkmayın. Erenler şeriattan dışarı çıkan bizden değildir dediler. Şeriattan
dışarı çıkanı iki gözümden birisi dahi olursa çıkarırım. Tarikime ilhâd
karışmasını istemem” şeklindeki
ifadesi, Pîr Ali’nin halifesi Sârbân Ahmed’in de bir mektubunda “şeriat,
şeriat, yine şeriat” ifadesi,
Bayramî Melâmîleri’nden XVII. yüzyılda idam edilen Sütçü Beşir Ağa’nın “Her kim
hilâf-ı şer‘ hareket ederse bizden değildir” şeklindeki sözü Bayramî Melâmîleri’nin şeriata
bağlılıklarını gösteren delillerden olmasına rağmen vahdet-i vücûd anlayışları,
hakîkat-i Muhammediyye ve kutub (insân-ı kâmil) hakkındaki inançları,
kendilerini itikadî ve fıkhî hiçbir mezhebe bağlı görmemeleri, hatta Ebû Hanîfe’yi
“dinin önünü
art eyleyen bir kişi” olarak
tanımlamaları, tevellâ ve teberrâ sahibi olmaları, şer‘î cezaları kendi
içlerinde uygulamaları gibi özellikleri, Sünnî temeller üzerine kurulan Osmanlı
Devleti’nin ve ulemânın hiçbir şekilde kabul etmesi mümkün olmayan tavırları
Bayramî Melâmîleri’nin üstüne gidilmesine sebebiyet vermiştir.
Bu sebepten en çok takibata uğrayan
ve zındıklık/mülhidlik suçlamasıyla idam edilen tarikat tarikat mensubu Bayrami
Melamilerinden çıkmıştır dersek yanlış olmayacaktır.
Üçüncü Devre Melâmîliği (Melâmiyye-i Nûriyye). Üçüncü
devre Melâmîliğinin kurucusu Seyyid Muhammed Nûrü’l-Arabî kabul edilir. (ö.
1888). Bayramî Melâmîleri’nden bazı hususlarda ayrıldığı için Bayramîler’ce,
“mütelâmiyye” (Melâmîlik taslayanlar) diye adlandırılmışlardır. Müceddidiyye-i
Nakşibendiyye, Şa‘bâniyye-i Halvetiyye, Ekberiyye ve Üveysiyye olmak üzere dört
tarikattan hilâfet alan Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin melâmet çizgisi,
müntesiplerinden Harîrîzâde tarafından Tibyânü vesâʾili’l-ḥaḳāʾiḳ’ta
Nakşibendiyye’nin bir kolu olarak değerlendirilmiştir.
İçine belli nisbette âdâb ve erkânın
girdiği belirtilen üçüncü devre Melâmîliğinde de tasavvuf düşüncesinin temelini
vahdet-i vücûd anlayışı oluşturmaktadır. Selânik-Ustrumca’daki dergâhta Ehl-i
sünnet inançlarının temel eserlerinden ʿAḳāʾidü’n-Nesefî’yi
okutması ve Nakşibendiyye ile Melâmiyye’nin seyrüsülûk esaslarını ele
aldığı Risâle-i İcmâliyye fî sülûki’s-sâdâti’n-Nakşiyye ve’l-Melâmiyye adlı
eserinde, “Müridin zikir almadan önce Ehl-i sünnet ve’l-cemâat itikadına göre
ibadetlerini yerine getirebilecek kadar bilgisi olması gerekir” şeklindeki tavsiyesi ve diğer
birçok çalışmasında ortaya koyduğu görüşleri onun Ehl-i sünnet inancını
benimsediğini göstermektedir.
Yusuf Ziya İnan eserlerinde
Nûrü’l-Arabî’nin Ehl-i sünnet’e bağlılığına özellikle dikkat çekmiş, farz
ibadetlerin yanı sıra sürekli nâfilelerle de meşgul olduğunu, Melâmîlik
öğretisini Nakşibendiyye’nin temel teşkil ettiği bir sistem üzerine kurduğunu,
düşünce olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd görüşüyle İmâm-ı
Rabbânî’nin vahdet-i şühûd görüşünü tavır ve mertebe farkı şeklinde
tanımlayarak telif etmeye çalıştığını vurgulamıştır.
Nûrü’l-Arabî’nin bu görüşleri
sebebiyle üçüncü devre Melâmîler’inin Ehl-i sünnet çizgisini benimsedikleri
anlaşılmaktadır. Gölpınarlı’ya göre Nûrü’l-Arabî, melâmeti benimsedikten sonra
zâhir-i şeriata tam riayet eden Nakşibendiyye’nin görüşlerinden uzaklaşmıştır.