Dipsiz bir deniz, uçsuz
bucaksız bir gökyüzü yoksa imkansızı istemek mi…
Varlığını tamamlayan
yoksa eksikliğini ilk kez duyumsanan bir olgu mu… Hani öncesi olmayan ve
sonrası onsuz mümkün olmayan mı…
Bir zafiyet mi ya da
ihtiyaç mı, belki de tadı ilk kez duyumsanan…
Gönüllerde tecelli eden
arsız bir duygu belki de çocuksu kaprislerle hiç kaybetmek istenmeyen…
Kaybetme ihtimali ve
ulaştığında yitirme duygusu. Zaten bu değil mi gönüllerde filizlenen bu delice
duyguyu kıymetli kılan.
İnsanlık tarihinin ilk
günlerinden beri nice aşklar yaşanmış yıllar boyu…
Nice söz nice deyiş de
eşlik etmiş aşk denen duyguya…
Hz. Mevlana ne de güzel
tanımlamış aşkı:
‘’Dediler ki: Gözden
ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne
olur.’’
Ya Cemal Süreyya’nın
dizelerinde dile gelen:
‘’Açık çay içerdi hep,
demli olunca bardağın diğer tarafından beni göremezmiş. Öyle derdi…’’
Bir iken bütün olmak mı
yoksa iki ayrı varlık iken tek ruhta yaşamak mı…
Yaradan nice
güzellikler ile donatmış gönlümüzü: Önce sevgi, aidiyet duygusu ve ardı arkası
kesilmeyen duyguların kesiştiği son nokta. İlahi aşka kadar giden bir yolculuk
seven kalplerin buluştuğu.
Tasavvuf felsefesine
göz atarsak, evrenin yaratılışı aşk ile anlam bulur. Bir yanda beşeri aşk diğer
yanda ve nihayette ulaşılan İlahi Aşk. Kısaca insanın özü, varlığımızın
yansıması ve kaçınılmaz bir olgu. Mevlana’ya göre beşeri aşk neticesi adım adım
ulaşılmaktadır İlahi aşka.
Ve yine şöyle
tanımlamıştır aşkı:
‘’Aşkı bana da sorma,
başkasına da sorma; aşkı aşka sor; aşk dile gelir, söylerse adeta inciler saçar
a oğul.
Aşkın benim
tercümanlığıma da ihtiyacı yok, benim gibi yüzlercesinin tercümanlığına da;
gerçekleri söylerken onun yüzlerce tercümanı var a oğul.’’
Sayısız dile geliş,
sayısız yakarış, sayısız çaba.
Sevgili Mevlana göre,
mevsimler nasıl dile geliyorsa kendine has özellikleri ile yeri gelir susar
insan ve çok şey anlatır suskunluğu. Ve muhatabıdır onu en iyi anlayan,
muhatabıdır halet-i ruhiyesini hissederek okuyan.
Bitmek bilmez bir hikâye
dilden dile, gönülden gönüle yayılan. Bir esaret teslim olmaktan şikâyet
edilmeyen, bir aidiyet sözü özü bir, bir yolculuk adeta gönülden gönüle köprü
olmuş…
Ne insanlık tarihinin
ne edebiyatın ne de felsefenin gücü imkan dâhilinde tam anlamıyla vakıf
olabilmemiz için bu yüce duyguya.
Belki de kendimizi
arıyoruz aşkın tecelli ettiği gönülde. Belki kendimizden kaçıyoruz girdabında
savrulurken. Razı mıyız yoksa pişman mıyız aşkın rüzgârına kapılmış giderken…
Beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik bir şekilde karşılaşıp boyut mu
değiştiriyoruz ya da yeniden mi var oluyoruz aşkın tecellisinde.
Bitmek bilmeyen sorular
cevabına yüzde yüz vakıf olamadığımız ve yaşanmamışlıklar yaşanması muhtemel
olan.
Değerli düşünür
Mevlana’nın eşsiz tabiriyle noktayı koyalım:
‘’Bazen diyorum ki; ne
olacak söyle gitsin… Sonra diyorum ki; Söyleyince ne olacak, sus bitsin.’’
Biter mi bitmez mi…
Hayır bitmez yaşanan, yaşanması muhtemel olan ve Yaradan’ın gönüllere verdiği
bu eşsiz duygu.
Ne son nokta konur ne
de bertaraf edilir.
Ne sözler yeter ne
duygular iflah olur ne de vazgeçer insan. Sadece yaşar bu duyguyu, yaşatır ve
yaşar gider, kavuşur ya da kavuşmaz beşeri sevgiliye. Ama tek gerçek şu ki; ne
ömür yeter ne de pişman olur. Ve adım adım yaklaşır Mevlasına aşkın
egemenliğinde ve vakıf olur çoğu şeye insan olmanın bilinciyle.