Meslekte otuz altıncı yıla güzelliklerle başladım.
Aynı okulda iki kez okuttuğum sınıfları beşinci sınıftan mezun etme mutluluğu
ve hüznünü yaşadım.
Mutluluk,
anne kucağından kalp atışlarının ritmini ellerinden tuttuğumuzda hissettiğimiz
mini mini birinci sınıfların, meleklerin gün gün, ay ay, yıl yıl büyüyüp
serpildiklerini gözlemek. Onlar birer melektirler. Sadece kanatları yoktur…
Günah nedir tatmamışlardır.
Çocuklar,
biz öğretmenlerin ellerinde tinsel ve bedensel olarak olgunlaşırlar. Toplum
içinde ayakta durmalarına yarayacak örnek davranışlar edinirler. Arkadaşlarıyla
birlikte sevgi içinde yaşamanın güzelliğini tadarlar. Büyüklerine ve çevredeki
insanlara saygı ve sevgi duyma olgunluğuna erişmede güvenli yollar seçerler.
Empati duyguların geliştirip okul kültürünü solumanın mutluluğuna ererler.
Kitap
okuma, özgün yazılar yazma alışkanlıkları edinirler. Güzel sanatları tanımaya
başlarlar. Türkü, şarkı ve şiirlerin güzelliğini hissederler. Hele bu bağlamda
öğretmenlerinin güzel sanatlara tutku düzeyine ilgisi varsa öğrenciler için bu
durum bulunmaz bir şans nedenidir.
Görev
yapma bilinçleri de fiziki gelişmelerine paralel olarak kök budak salar. Mevlana’nın
dediği gibi; “Yalan, yalancının kalkanıdır.” Sözünün özünü kavrayıp; yalana
başvurma gereği duymazlar sevgili yavrularımız.
Zaman su
gibi akar ve aradan beş yıl geçer. Yaz başları, haziran ortalarında okulların
tatile girme zamanı gelir. İşte böylesi zamanlar benim gibi hümanist duyguları
coşkuyla yaşayan öğretmenler için hüzünlenme zamanıdır. Öz evlatlarımdan daha
fazla zaman ayırdığım, beş yıl birlikte gülüp, birlikte üzüldüğüm, sevgileri
kalbimin en uç hücrelerine kadar nakşedilmiş goncalarımı mezun ederim. Tekrar
başa dönüp yeniden birimci sınıfları alırım. Bu mutat uygulama okul
değiştirmeyen öğretmenlerce sürer gider yıllar boyunca.
Otuz
altıncı yılma da, tıpkı öğretmenliğe adım attığım ilk öğretmenlik günlerimin
içimi yakan uçsuz heyecanıyla başladım. Acaba yeni tanışacağım mini mini
birinci sınıf öğrencilerimle mezun ettiğim goncalarımla kurduğum katıksız sevgi
ve saygıyı yeniden yakalamam olanaklı olacak mı? Velilerimin okula ilgisini
erkenden olması gereken düzeye getirmek için fazla zaman gerekecek mi? Böylesi daha
nice heyecan verici duygular kapladı tüm benliğimi.
Çocuklar
karşılarındaki insanları tanımakta umulmayacak kadar başarılıdırlar büyüklere
göre. Gözlerine baktıkları insanları dost mu? Gülücükleri içten mi? Sahte mi? Hemen
anlayıverirler. En çok çocukları sevdim. Onlarla kısa sürede tanışıp anlaştım
meslek yıllarımda. Onlar anladı beni, aralarımızda sevgi ve dostluk bağları
oluşturduk hep. Kopmamacasına… Bakışlarımızla tanıştık, kaynaştık. Ön yargı,
riyakârlık yoktu çünkü bu iletişim yöntemimizde. Hallerimizde.
Böylesine insancıl
duygularla tanıştım yeni öğrencilerimle ve velilerimle. Birbirlerini anlayan,
kırk yıllık dostlar gibi olduk kısa sürede. Velilerime çalışmalarımda bana
yardımcı olmalarını söyledim. Her türlü öneri ve olumlu, olumsuz eleştiriye
açık olduğumu belirttim. Yeter ki, oluşabilecek sorunları yüz yüze konuşalım.
Birinci sınıflar üç
şubeyiz. Aynı sınıfın öğretmenleri zümre öğretmenleri olarak tanımlanıyor. Sene
başında her okulda zümre öğretmenleri arasından zümre başkanı seçilir. İlçe
çapında bu öğretmenler toplantı yapıp ayrıca ilçe zümre başkanını seçerler. Seçilen
zümre başkanları müdürlük ve müfettişlerin tespit ettikleri konuları kendi
aralarında raporlaştırır. Seminer çalışmalarını ve yıl içindeki toplantıları bu
minval üzerine devam ettirilir. Her sınıfın ilçe zümre başkanları ayrıca
oluşturulan raporları çoğaltıp zümre arkadaşlarına gönderirler. Bu raporlar
okullarda çoğaltılıp öğretmenlere dağıtılır.
Bir nüsha rapor da ilçeye, müdürlüğe
gönderilir. Müfettişler toplantılara şöyle bir uğrayıp geçler. Acı realite şu,
bu raporları hiç kimse okumaz. Sadece formalite tamamlanır. Kocaeli’nde Seka
kapanmadan önce biriktirilen raporlar sene sonlarında fabrikaya gönderilirdi
yeniden işlenip kâğıt yapılsın diye. Şimdilerde depolanan kâğıt tomarlarının
akıbetini öğrenmek bile acı!
Öğretmenliğe başladığım
yıllarda seminerler büyük bir disiplin içinde yapılırdı. Müfettişlerimiz
seçilen öğretme bilgisi konularından hazırladıkları sunumları biz öğretmenlere
sunarlardı. Sunum sonunda sorular yanıtlanır, öğretmenlerin bilgileri tazelenir
ve pekiştirilirdi.
Meslekte yaşadığım yılar
içinde teftiş ve seminer çalışmaları yıl yıl önemini kaybetti. Adeta
sulandırıldı… İki binli yılları yaşarken uygulama tamamen değiştirildi.
Sene başı ilçe zümre
öğretmenler toplantısı bu kez çalıştığım okulda yapıldı. Okulumuzda birinci
sınıfların zümre başkanlığı benim üzerimdeydi. Bir sınıfta toplandık. Selamlaşma,
tanışma faslını kısa tuttuk. İlk iş, aramızdan birisini başkan seçeceğiz.
Başkan olmaya gönüllü varsa seçime gerek duyulmazdı. Bu arada okullarımızda
çalışan öğretmen kadrosunun özellikleriyle ilgili de bilgi sunmak gerek sayın
okuyucularıma.
Aramızda Öğretmen Okulu
bitirmiş öğretmenler vardı. Geçen yıllar içinde saçları aklaşmış, mesleğinin
son yıllarını yaşayan deneyimli öğretmenler. Bunun yanında doksanlı yıllarda
ziraat, işletme, iktisat… fakülteleri gibi okulların mezunlarından öğretmen
yapılmış, pedagojik bilgileri yeterli olmayan genç öğretmenlerin sayısı da
hayli fazla. Nihayet az sayıda eğitim fakülte mezunu öğretmenlerinden oluşuyordu
yurt genelinin ve ilçemizin öğretmen kadrosu.
Öğretmen Okulu mezunları,
ben dâhil seksenli yıllarda iki yıl ön lisans okuduk. Lisans eğitimi yapan genç
arkadaşların birçoğu lisans eğitimi yapanlara saygı duymuyor. Kendilerinin çok
daha bilgili oldukları kanısındalar. Her hareket ve konuşmalardan durumlarını
övünerek sergiliyorlar. Geçen yıllar içinde ülkemizde yaşanan etik
değerlerimizin erozyona uğraması, büyük-küçük ilişkilerinin şirazesinden
çıkmasının somut örnekleri maalesef okullarımızda da sıkça yaşanır hale geldi.
Böylesi olumsuz durumlara birkaç örnek vermek
isterim. Sekizinci sınıf bazı öğrenciler yeni mezun, özellikle bekâr kadın
arkadaşlarımıza korkusuzca şöyle hitap edebiliyorlar:
“Hocam, bugün her
günkünden farklı güzelsiniz! Güzelliğiniz rüyalarımı süslüyor!”
Bu sözlere muhatap olan
arkadaşımızın gözleri ışıldıyor, kahkaha ile gülüp öğrencilere teşekkür
ediyorlar. Daha neler! Böylesi durumlarda, “Yapmayın arkadaşlar” diye uyarıları
çağdışı görüşler diye kulak arkası yapıyorlar.
Bana, resmen sataşan genç
arkadaşımın davranışı can sıkıcıydı. Okulumuza yeni atanan, uzun saçlarını sarı
renge boyamış bir kadın arkadaş henüz tanıştığımız ilk gün:
“Hocan sen niçin emekli
olmadın? Otuz yılın üzerinde çalıştığını söylüyorsun üstelik!”
Ne diyeceksin, dilin kemiği yok! Eskilerin
deyişiyle bir “la havle” çekerek arkadaşı mahcup etmedim. İlerleyen günlerde bu
arkadaşıma bazı derslerin daha verimli işlenmesi adına söylediklerimden
yararlandı. Önceki sözleri için özür diledi. Böylesi durumlarla sıkça karşılaştım. Bir
arkadaşımız bu konuda gençler için:
“Gençler; yaşlıların
aptal (budala) olduklarını sanırlar, ama yaşlılar; gençlerin aptal (budala)
olduklarını bilirler.” George Chapman’ın sözünü sık sık kullanırdı.
Okullarımızda böylesi hoş olmayan durumların yaşandığını yazmakta kötü bir
amacım yok. Sadece gerçeklerin bilinmesini istiyorum.
Rahatsızlıklar bilinirse bir babayiğit çıkar
yaraya neşter vurur umudunu taşıyorum sadece. Öğretmenlik kutsal bir meslektir.
Öğretmenler sadece iyi donanımlı meslek okullarında bir zamanlar kapılarına
kilit asılan Öğretmen Okulları örneği okullarda; idealist duygularla beslenerek
yetiştirilirler.
Bu koşullarda mesleği
devam ettirirken zümre toplantısına dönelim. İnce uzun boylu bir genç kadın
öğretmenimiz ortaya çıktı. Gönüllü olarak başkan seçilmek istediğini söyledi.
Başladı anlatmaya:
“Çok başarılı bir
öğretmenim! Çocuklarını okula kayıt ettiren veliler hep beni tercih ettiler.
Aralık ayı bitmeden öğrencilerimi okumaya geçiririm.”
Açıkça söylemek gerekirse
angarya olan işleri yapmaya böylesine gönüllü birisinin çıkması bizleri memnun
etmişti. Arkadaşımız kendini övmeye devam ediyordu.
Öğretmenlerimden ve
büyüklerimden öğrendiğim şaşmaz bir kanaat vardır. Kendisini övenlerin kişiliklerinde
bir eksiklik hissedilir. Normal ve de başarılı insanlar çalışmalarıyla ve
ortaya koydukları eserlerle toplum tarafından zaten hak ettikleri payeye
kavuşurlar.
Ziya Paşa’nın, “Aynası
iştir kişinin lafa bakılmaz.” Sözünden öte köyümüzde yetişen Âşık Yanğuni
mahlaslı ozanımızın şu dörtlüğü de kendini övenlerle ilgi bakalım neler
söylüyor:
“Eğer bir nasihat
istersen benden,
Kendini övenlerden uzak
ol.
Ağzı bozuk karaktersiz
insandan
Küfür edip sövenlerden
uzak ol.”
Tüm bu gerçekler ışığında
genç zümre öğretmenimiz nasıl bir çalışma yapacaktı. Hem sınıfında hem de
üstlendiği görevde. Bunu elbette zaman gösterecekti. Umarım öğretmenimiz
çalışmalarıyla, paşamızı ve ozanımız yanıltacak.
Özelde insanlara inanma, sözlerime hiç yalan
katmama gibi bir huyum var. Yaşadığım yıllar ve okuduğum kitaplarla bu davranış
biçimimi iyice pekiştirdim. Muhatap olduğum nice insanlarca saf bulunup
aldatıldım. Kuyruklu yalanlara inandım. Hele konuşmalarında kutsal
değerlerimizi Allah’ı, Kuran-ı Kerim’i çok kullanan, egoları tavan yapmış yazın
dünyamızdan da tanıdıklarım oldu. Yazdıklarına güven duyduklarım arasında bile
beni yanıltanlar oldu... Ruhum yaralandı zaman zaman. İnsan nelere katlanmıyor
ki. Hayat bu! Ülkemde yalanların gerçekleri fersah fersah geçtiği çağımızda
benim de yalan söylememe özgürlüğüm en büyük sermayemdir.
Öyküm devam edecek.