Şiire, coşkulu duyguların betimlendiği bir yazım türüdür diye bir tanımda ben getirmiştim önceki bir yazımda. Otuzlu yıllarımı yaşıyorum.  Tarancı’nın daha çok sorumlulukların arttığı, şakaklara karlar yağdığı ve de “hayal meyal şeylerden ilk aşkların” unutulduğu otuz beş yaşıma epey yıllar var. Esentepe diye adlandırılan geniş bir alanda kurulu bir okulun öğretmeniyim.

 

         Esentepe’miz baharla bahçelerinde erik, vişne, kayısı ağaçlarının çiçeğe bürünüp ve renk cümbüşünün gözlemlendiği güzel bir semt. Konutlar bir ya da iki katlı ve bahçeli. Semtimizde daha yerleşime açılmamış geniş alanlar hayli fazla. Güzel havalarda ağaçların tepeden tırnağa çiçek açtığı, serin serin rüzgârların estiği ılık nisan ve mayıs aylarında geniş alanlarda toplanan kızlı erkekli gruplar romantik duyguların en katmerlisini yaşıyorlar. Güneş ışıklarının altın renklerini cömertçe sergilediği akşam saatlerinde Esentepe’miz bir farklı güzel. Bu güzelliklerin yaşandığı tepemizin bir adı daha var: Aşk tepesi.

 

         Böyle hoş bir semtte otuzun üzerinde öğretmen kadrosu içinde erkeklerden en genç olanlardan birisi de benim. Daha çok 12 Eylül mağduru; çalıştığı illerden gelen deneyimli ağabeylerimizin sayısı hayli fazla. Kadın öğretmenlerin çoğu birkaç yıllık çiçeği burnunda öğretmenler.

 

         İlk kez bir araya gelen insanların bir tanışma yöntemi vardır. Selamlaşmadan hemen sonra sorulur:

 

         “Nerelisiniz?” Alınan cevaba göre. Konuşma başlar.

 

“Sizin oralı … adlı arkadaşım var. Tanıyor musunuz?”

 

         Her yiğidin bir yoğurt yeme tekniği vardır. Selamlaşma faslından sonra benim sorularım muhatabımın kitaplarla ilgisini sormakla başlar. Okullarda üç-beş tane kitap dostu bulduğumda gömüt bulmuş bir defineci sevincine eş bir heyecan duyarım. Bu tanışma yöntemim ve arkadaş edinme yöntemimi hiç terk etmedi beni…

 

         İdealist duygularla mesleğe atıldık öğretmen adayları olarak. Öğrenmen Okulu marşında betimlenen, “Alnımızda bir çelenk, nura doğru can Türk genciyiz.” duygularla yurdumuzun en uzak köylerine dağıldık. Öncelikli misyonumuz; yıllarca cehaletin karanlıklarında yaşamış halkımızın aydınlanma savaşında meçhul asker olarak savaşmaktı. Özgür düşüncelerle yetiştik. Ülkemizin kalkınması, tam bağımsız olması için yapamayacağımız fedakârlık yoktu.

 

         Yüz yıllarca geri kalmış köylerimizde çalışmak bizi yıldırmadı. Bir 12 Mart 1971 muhtırası yaşadık. Memleketimizde darağaçları kuruldu. Genç fidanlar yaşamlarının en güzel dönemlerde toprağa düştüler. Yurt sathında bir türlü demokrasiyi canlandıramadık. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla hepimiz çocuklar gibi şendik. Ondan sonra işler gitgide çıkmaza girdi. Memlekette hepimizi üzen olaylar bir türlü engellenemedi. Barış güvercinleri uçmaz oldu ülke ufuklarında.

 

Meslek yaşamımın onunda yılında yine bir darbeye tanık oldum. 12 Eylül 1980’de marş sesleriyle uyandık. Sam Amca’nın bizim çocuklar diye adlandırdığı askerlerimiz ete kemiğe bürünmüş biçimde darbe yaptı. Binlerce insanımız hapislere dolduruldu. İşkenceler uygulandı. 1971 durumundan daha büyük acılar yaşandı. Onlarca gencimiz darağaçlarında sallandırıldı. Siyasi partiler kapatıldı.

 

         Faşizm ne demekmiş bu sisteminin ne insanlık dışı bir uygulama olduğunu bu memlekette yaşayan her yurttaş ucundan kenarından yaşayarak öğrendi. Aydınlanma ideali söndürüldü. Bu topraklarda yaşayan bizlere tam demokrasi ile yönetilmek kısmet olmadı. Faşizan uygulamalar devam etti. Atatürk ilkelerini benimsemiş kadrolar devletin tüm kadrolarından tasfiye edildi.

 

         Böylesine karanlık yılların yaşandığı yıllarda sanat benim en güvendiğim liman olmuştur. Kitaplarla ilgili sohbetler açarak okuyan, klasik deyişle kafa dengi arkadaş edinme yöntemimle yeni yeni arkadaşlar edindim. Sayıları fazla olmazsa bile sohbet konuları içine kitapları şiiri alanların sayısı ne kadar çok olursa bu durum benim özlediğim durum oldu. Sözü fazla uzatmadan şiirlerle ilgili yaşanmışlıklara geçeyim.

 

         Okulumuz üç adet binadan oluşuyordu. İki binada öğretmenler odamız vardı. Kış günleri Kocaeli’nde genelde yağmurlu, sisli geçer. Tam gün ders yapıyoruz. Öğlen tatilleri hayli uzun. Bu sürede özellikle arkadaşlarla sohbet etme fırsatımız olurdu. Soğuk yağmurlu bir gün. Arkadaşlar benden şiir okumamı istediler. Türkçe derslerimde öğrencilerime okumayı sevdirmek adına her zaman şiirin büyülü güzelliğine başvururdum. Sınıfımda şiir antolojileri,  daha farklı şiir kitapları sürekli elimin altında. Hemen Memet Fuat’ın hazırladığı antoloji getiri verdim sınıfımdan. Başladım okumaya:

 

“Önce öksürüverdim /Öksürüverdim hafiften,

Derken ağzımdan kan geldi /Bir ikindi vakti dudup dururken.”

Daha 24 yaşında ince hastalıktan ölen M.T. Uslu’nun Kan şiiri herkesi hüzünlendirdi. Başka şiir istendi. Neden olmasın. Giriş yaptım önce.

 

         “Arkadaşlar her erkek çocuğun kendisinden çok büyük ablalara çocuksu aşkı vardır. Bakalım Dranas kime âşıkmış?

 

         “………………………………

Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla

         Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye abla.

 

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;

Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.

İçini gıdıklıyordu bütün erkeklerin

Altın bileziklerle dolu bileklerin

Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin

Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla

Ne çapkın komşumuzdun sen, fahriye abla!

 

 Gönül verdin derlerdi o delikanlıya

En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.”

 

 

 

Evet, bu şiiri, şiire ilgi duyan hepimiz biliriz. Fahriye Abla.  Şiir çok beğenildi arkadaşlar arasında. Kır gezilerinde, okulda düzenlenen çeşitli etkinliklerde bu şiiri okumam hep istendi.

 

         Derken ilkbahar geldi. Okul bahçemizde erik, kavak ağaçlarının altlarında Esentepe’mizin ılık rüzgârlarını hissederek şiirli, şarkılı sohbetlerimiz olurdu. Çiçek açmış ağaçların altında Orhan Veli’yi anmamak olur mu?


“Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç”

 

Orhan Veli deyince İstanbul anımsanmaz mı?

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;

Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;

Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından

Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

İstanbul’u dinliyorum.

 

Bir okul sezonunu bitirdik. Haziranın ilk haftası. Okulun öğretmen kadrosu ailelerle birlikte Bursa gezisi organize edildi. Gölcük, Karamürsel, Yalova yolunda ilerliyor otobüsümüz. Sağ tarafımızda körfezin henüz maviliğini kaybetmemiş sularını seyreltiyoruz. Ramazan arkadaşımız elinde mikrofon her arkadaşa mikrofonu uzatıp kendi yöresinden bir türkü istek yapıyor. Türküler, şarkılar, şaka, şenlikle yola devam ediyoruz. Sıra bana geldi.

 

“Türkü söylemekte iddiam yok. İsterseniz şiir okuyayım dedim. Yanımda Tarancı’nın 35 Yaş şiiri birde Nazım’ın Memleketimi Seviyorum şiirleri var.” Nazım’ın şiiri istendi.

 

“Memleketim ne kadar geniş

Dolaşmakla bitmez tükenmez gibi geliyor insana.

Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.

Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum

Ve güneye

Pamuk işleyenlere gitmek için

Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye utanıyorum.”

 

         Okumayı bitirince bir arkadaş yanıma gelip el yazısı ile yazdığım şiiri günün anısı olarak benden istedi. Hülya öğretmenimi kıramazdım.

 

         Yine bir yılı bitirdik. Seminer çalışmalarında evraklarla ilgili bir çalışmayı tamamlamak adına genç bir kadın öğretmenle beni görevlendirdi müdürümüz. Haziran ayı sıcaklar kendini iyice hissettiriyor. Evraklar hayli kabarık. Çalışmalarımıza mola vermeden olmuyor. Çay içiyoruz. Çay olurda sohbet olmaz mı? Söz dönüp dolaşıp şiire geliyor. Arkadaşım Külebi’yi çok sevdiğini söylüyor. Hikâye adlı şiirden okuyorum:

 

 

“Senin dudakların pembe

Ellerin beyaz,

Al tut ellerimi bebek

Tut biraz!

 

Benim doğduğum köylerde

Ceviz ağaçları yoktu,

Ben bu yüzden serinliğe hasretim

Okşa biraz!”

 

Genç öğretmenim çok mutlu oluyor. Şiirin tamamını bulup getirmemi istiyor. O’nu da kırmıyorum.

 

         Arkadaşlara şiir dünyamızda iki adet Serenat adlı şiirler olduğunu anlatıyorum. O şiirleri de bir gün şiir sever arkadaşlarıma sunuyorum. Okulda ve çeşitli zamanlarda arkadaşlarla buluşmalarda bazen de kırlara çıkıp tek başıma şiir okuduğum zamanlar çok olmuştur. Sesli şiir okumak güzel dilimizi düzgün kullanmak adına yadsınamaz katkısının olduğunu bilinir. Geçen yıllar içinde daha ne çok şiirler okudum…

 

         Kentin kenarında kurulu varoş mahallesindeki okulumda unutulmaz güzellikler yaşadım. Kalıcı arkadaşlar edindim. Şiir sanatının güzelliği bana nice gerçek dostlar kazandırdı. Yurtdışı öğretmenliğine müracaat ettim. Uzun sınav ve bekleme dönemlerinden sonra beş yıl çalıştığım okuluma, öğrencilerime ve arkadaşlarıma veda ederek yurtdışına gittim. Şiirsiz veda olmaz elbet:

 

Biliyorum

Bir gün bu şehirden gideceksin,

Pırıl pırıl ışıklı bir istasyonda,

Elinde ufacık valizin,

Ne yapalım hayat bu,

Yaşamak biraz böyle diyeceksin...

 

İçinde hür maviliklerin özlemi,

Küçücük odanı, kitaplarını

Ve mahzun bırakıp göklerle baş başa beni,

Biliyorum,

Bir gün bu şehirden gideceksin.

                                          

 Fethi GİRAY’ın bu şiirini okuyunca otuzlu yaşlarımın güzelliklerini, hümanist duyguların doruk yaptığı günleri ve gerçek gurbet olan yurt dışına gidişimi gözlerim yaşararak anımsarım.

 

 

 

 

( Şiirlerle İç İçe Geçen Yıllar –ııı- başlıklı yazı sahara tarafından 13.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu