Bir destandır anlatılır. Türkler eski çağlarda girdikleri
bir savaşta düşmanlarına yenik düşmüşler. Büyük yıkıma uğramışlar. Savaş
sonunda geriye çok az insan kalmış. Onlar da canlarını kurtarmak için elde ne
var ne yok toplayıp gece demeden gündüz demeden topraklarını terk etmişler. Az
gitmişler, uz gitmişler; etrafı yüksek dağlarla çevrili geniş bir ovaya
varmışlar. Bu ovada bitek topraklar uzanıyormuş alabildiğine. Gümüş renkli
ırmaklar menderesler oluşturarak nazlı nazlı akıyormuş.
Ovada
çeşitli meyve ağaçları ve geniş ormanlar varmış içinde av hayvanları
barındıran. Kuşların şen şarkıları, su sesleri çok hoşmuş. Bu ovayı kendilerine
yurt edinmiş dedelerimiz. Adına da Ergenekon adını vermişler yeni yurtlarının.
Ergenekon
Ovası’nda yaşam alabildiğine güzellikler içinde mutlu şekilde devam etmiş.
İnsanlar tarım yapmışlar. Hayvan beslemişler. Ormanlardaki av hayvanlarını
avlamışlar. Evlenmişler, çoğalmışlar. Aradan yıllar geçmiş. Artık kendilerine
yurt edindikleri ovaya sığmaz olmuşlar.
Destan bu ya, bir boz kurdun
kılavuzluğunda ovayı çevreleyen aşılmaz dağların arasından bir yol bulup tekrar
yeryüzüne yayılmışlar. Kendilerine yeni yurtlar edinmişler.
Öyküme
konu olan köy de tıpkı yüz yıllar önce dedelerimizin bir süre yaşadığı
Ergenekon Ovası gibi etrafı yüksek dağlarla çevrili bir yere kurulmuş. Köye ilk
kimler gelmiş, ne zaman gelmişler bilen yok.
Köyün
kurucusu hakkında söylencenin en tutarlısı şöyle: Komşu Köprülü Köyü’nde iki
kardeş yaşarmış. Gel zaman git zaman kardeşlerin arası açılmış. Konuşmaz olmuş
kardeşler. Dargınlık günlerce sürmüş. Küçük kardeş pılını pırtısını toplayıp
Köprülü’den daha yurıdaki araziye taşınmış. Bir daha da ağabeyinin yanına
dönmemiş. Köyümüzün ilk yerlisi olmuş.
Arazi
tarıma el verişli. Gel zaman git zaman daha başka yerlerden gelenler olmuş.
İnsanlar birbirleriyle kaynaşmışlar. Yıllar geçtikçe nüfus artmış. Akrabalar
çoğalmış. Komşuluk ilişkileri gelişmiş. Bir arada barış içinde yaşama kültürü
oluşmuş.
Cumhuriyet
ilan edildiği zaman köyde iki yüze yakın hane bulunuyormuş. Tarlada, çayırda,
kırda, bayırda çoğu kez yardımlaşma ile yaşam devam etmiş. Nişanlar ve
düğünlerde birlikte eğlenip cenazelerine aynı duyarlılıkta iştirak etmişler.
İlkokul
yıllarımda köy gerçek bir köydü. Beş sınıflı ilkokulu, camisi, bakkal
dükkânlarıyla köyde canlı bir yaşam sürüp gidiyordu. Biz çocuklar en çok
düğünleri severdik. Düğünlerde at koşturmalar, erkeklerin davul-zurna eşliğinde
güreş tutmaları seyretmeye değer hoş geleneklerdi. Kurban bayramları da yine
biz çocukların gelmesini iple çektiği güzel günlerdi. Ev ev dolaşıp kurban eti
toplardık.
Köyümüzün
çevresindeki dağlar yemyeşil iğne yapraklı ağaçların oluşturduğu ormanlarla
kaplıdır. Köyün yakınlarında ise kavak, kayın, meşe benzeri ağaçlar orman varlığımızı
tamamlar.
Köy
demek iş demektir. Sabahın ilk saatlerinden gecenin körüne kadar çalışmak
demektir. Bin üç yüz metrelere ulaşan yüksekliğiyle köyümüz tipik bir dağ
köyüdür. Ekim sonlarında ilk kar düşmeye başlar. Kar yağışı aralıklarla sürer.
Nisan ayı ortalarında ancak karlar dağların başına çekilir. Çayırlar yeşerir.
Koyun kuzu kırları şenlendirir. Ormanları kuş sesleri doldurur. Güneş altın
ışıklarını cömertçe gönderir.
Tarlalar
bizde ilkbaharda sürülür. Ekin işleri, çayırları sulama derken işler birbirini
takip eder. Mısırlara üç kez çapa yapılır. Yaylacılık başlar. Okullar tatile
girmiştir. Biz çocuklara çileli sığırtmaçlık görevi verilir. Sığırtmaçlıkda
zaman bir türlü geçmez “gün uzar yüzyıl olur.”
Derken
yaz mevsiminin ortasına doğru çayırlar biçilir. Harman zamanı gelir. Dövenle
harman işlerini yapmak köyde yapılan en can sıkıcı işlerdendir. Harmanlar
biter, ürünleri değirmene götürmek derken işler bir birini takip eder. Kış için
odun devşirme işi de hiç de kolay değildir.
Köyde yaşam
mutlu bir biçimde devam ede dursun köyün nüfusu yıl yıl arttı. İlkokul
yıllarımda ilkokula giden çocuk sayısı iki yüz ellinin üzerindeydi. Her yıl
yirmiye yakın genç askere gidiyordu. Topraklar artan nüfusu besleyemez oldu.
Yapacak bir şey yoktu. Tıpkı yüzyıllar önceki atalarımıza Ergenekon Ovası’nın
dar gelmesi gibi köyümüz toprakları da insanlarımıza dar gelmeye başladı. Ve
köyden göç başladı.
İlkokulun ilk yıllarında okuyordum. Köyümüzden
iki aile Bursa İnegöl’e muhacir gittiler. Köydeki arazilerini satıp başka
yerlere göç edenlere muhacir deniyordu. Muhacir gitme çorap söküğü gibi devam
etti. Hemen hemen her yıl tarlasını, çayırını satan komşularımız geride gözü
yaşlı akrabalarını bırakarak batı illerine muhacir gitti.
Her yıl
ulusal bayramlarda ilçemizde karakucak güreşleri yapılır. Köyümüzden yağız bir
ağabeyimiz yapılan güreşlerde ilçe başpehlivanlığını kazandı. Yediden yetmişe
köyde hepimiz bu olayla tarifsiz mutluklar yaşadık. Ne acıdır ki, bu ağabeyimiz
de ailece muhacirler kervanına katıldı. Köyden ayrılanlar geride gözü yaşlı
akraba ve komşular bırakıyordu. Lakin pehlivanımızın gitmesi köyü gerçek bir
yasa boğdu.
Ne
demişler, doğduğun yerde değil doyduğun yerde… İnsanımızın geçimlerini
sağlamak, karınlarını doyurmak için yeni yerlerde iş araması gerekiyordu.
Altmışlı
yıllarda başlayan muhacir olgusu, yetmişlerde seksenlerde devam etti. Bu durum
sadece bizim köyde değil ilçemizin, ilimizin tüm köylerinde sürüp gitti.
Köylerimizin dokusu bozuldu. Gelenek ve görenekler erozyona uğradı. Düğünlerde
eski güzellik kalmadı. Yaylardaki coşku hoş bir sada olarak yitip gitti.
Genç
nüfus yok denecek kadar azaldı. Üretim biçimi değişti. Tarlalar sürülüp
ekilmiyor artık. Hepsi çayır oldu. Köyde kalan az sayıdaki gençler sadece
çayırları biçip ot devşirip hayvan besliyor.
Başta
benim köyüm de olmak üzere ilçemizdeki bütün okullar kapandı. İlçemizin beş yüz
haneli en kalabalık köyünde ortaokul vardı. O köyün muhtarı köyünde doğum yapan
her anneye bir altın hediye ediyordu. Köyünün dokusu fazla bozulmasın. Okul
kapanmasın istiyordu. Maalesef o köyün de okulu kapandı. Köylerimiz ışıksız,
öğretmensiz kaldı…