Geçtiğimiz yaz, sıcak bir temmuz günü oğlum Ertuğrul
bir arkadaşıyla bulutlara komşu baba vatanına köyümüze geldi. Köydeki evimiz
bir cephesi çam ormanlarına bakan; 1500 metre rakımlı yeşil çayırların ucunda
kuruludur. Önünde yaz kış dupduru suyuyla çeşmemiz akar. Büyük kentin curcuna
yaşantısından neredeyse hayata küsenler için bölgemiz temiz havası, benzersiz
manzaraları ile bir tatil cennetidir. İstanbul nere Şavşat nere; bir tarafta
bıktırıcı trafik, kirli hava, diğer tarafta bol oksijenli ve alabildiğine ıssız
topraklar uzanmakta. Romantik ve melankolik duygularla yüklü bir şarkı
söylenirdi bir zamanlar:
“İstanbul'u artık hiç
sevmiyorum;
Orda başladı aşkım, orda oldu ayrılık;
Orda verdik el ele, yine orda bıraktık.
Seni orda tanımış seni orda sevmiştim,
Çünkü orda sana ben bin ümitle gelmiştim
Aşka ihaneti ben yine orda görmüştüm.”
Günümüzde romantizm buharlaştı İstanbul’dan. Güzellikler
üzerine şarkılar bestelenmiyor artık. Temiz hava solumanın, bir yerden bir yere
ulaşmanın iyice zorlaştığı İstanbul ve benzeri kentlerden doğaya hasret yaşıyor
insanımız…
Oğlum
ve konuğumuz evimizin balkonlarından gözlenen karşılardaki manzaralara hayran
oldular. Bir tarafta gökkuşağının tüm renklerinin tonlarıyla zengin geniş
çayırlar diğer tarafta yemyeşil orman denizi uzanmakta. Ayrıca meyve bahçeleri
bir o kadar hoş. Konuklarımızın izin süreleri kısa. Önce yakın çevreyi gezdik
ailece. Çeşmemizin kaynağını gördük. Çocukluk yıllarımda çobanlık yaptığım
kırlara açıldık. Mor menekşelere dokunduk fundalıkların aralarında saklanan.
Gürcistan sınırına kadar uzanan ormanları, küçük vadiler ve vadiler arasında
kurulu köylere uzaktan nazar ettik. Beyaz bulutlara baktık Cin Dağı’nın
doruklarını saran. Böylece bir günümüzü konuğumuza yakın çevremizi tanıtarak
tamamladık.
İkinci
günümüzü de geziye ayırdık.
“Kars’a
giderim Kars’a
Ağam
ey paşam ey beri beri bak
Çavuşa
da dadaş dön geri bak.
Kandili
kandili kandili dön geri bak
Sallama
çavuşum mendili yar.”
Yönümüz
doğu, Ardahan ve Kars illerine doğru. Havada sis vardı ve yağmur çiseliyordu.
Çam ormanlarının arasında yılan gibi kıvrılan yolları kat ederek yayla
düzlüklerine vardık. Bulutlar daha yükseklere çıkmış, yağmur dinmişti.
Yolumuzun üstündeki köyümüzün yayla evlerini kısa süre seyredip yola devam
ettik. Eski yıllarda senede en az bir yolcunun donarak öldüğü Sahara Dağı’nı
arkada bırakıp Ardahan yaylalarına yaklaştık.
Ağustos sonlarına doğru sararıp gri renge bürünen yaylalarda gür yeşil
çimenler görülmeye değer güzelliklerini konuşturuyorlardı. Yol kenarlarındaki
köylerini bir bir geçerek Ardahan’a yaklaşırken bize yol vermekte nazlanan
kazlar ilginçti. Kendilerinden emin halleriyle ana yolun ortasında kaygısızca
dolaşıyorlardı.
Buğday
ve arpalar başağa durmuş, hafif esen rüzgârda nazlı nazlı salınıyordu.
Aralarında bin bir çeşit çiçeklerle bezeli Ardahan Platosu yemyeşil örtüsüne
bürünmüştü. Çevremiz bir yeşillik deniziydi. Bizler denizin yararak giden bir
yarış kayığı gibi yeşillik denizinde yol alıyorduk. Güneşte kısa sürelerle
yüzünü gösteriyordu. Ardahan’a girmeden yeni yapılan Kars yoluna saptık. İlk
hedef Çıldır Gölü’ydü. Gölü ilk kez görecektim. Güneş yine saklandı kara
bulutların arkasına. Yağmur yağmaya başladı. Ufuk çizgimizle mesafemizin
azalmasına karşın yol boyunca sağımızda solumuzda üzerlerinde damlacıklar
birikmiş çiçekler yine de güzel görünüyordu.
Nihayet
bakirliğini henüz kaybetmemiş Çıldır Gölü önümüzdeydi. Göl kıyısında sadece bir
adet balık lokantası vardı. Alabildiğine büyük bir su kitlesi hafif esen
rüzgârla nazlı nazlı dağlanıyordu. Yeşil çayırlar arasında yeşile yakın
rengiyle göl suları doğayla hoş bir uyum içindeydi. Mola verdik. Yemek, çay
faslından sonra kıyı boyunca yürüyüş yaptık. Kırmızı gelincikler ağırlıklı
birer çiçek demeti yaptık ayrı ayrı. Yolumuza devamla Arpaçay ilçesini geçerek
engin düzlükler boyunca ilerledik.
Verimli
çayırlarda yeşil çimenler, yeşillik denizinin içinde ada ada çiçekler ve
tertemiz hava çok hoştu. Bu kadar geniş ve verimli topraklara sahip bir ülkenin
yurttaşı olma mutluluğunu hissettim ruhumun derinliklerinde. 93 Harbi diye
adlandırılan 1877-1878 yılları arasında yapılan Türk-Rus savaşı sonunda bu
bitek topraklar Ruslara bırakılmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı kapsamında Doğu
Cephesi Muharebeleri içinde Kazım Karabekir Paşa kumandasındaki ordumuzun
zaferi sonunda bu güzelim topraklar yeniden anavatana kavuştu. Tadına doyum
olmayan manzaraları izlerken bir taraftan da Ulusal Kurtuluş Savaşımızın lider
kadrosu: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak, Kazım
Karabekir… gibi liderlerimize ve kahraman ordumuza saygım bir kat daha arttı.
Kars’a
gidersek yolumuz hayli uzayacaktı. Susuz ilçesine döndük. Bu ilçede bulunan;
kısa bir sürede nice idealist ruhlu öğretmenler yetiştirmiş Cilavuz Köy
Enstitüsü yerleşkesini çok merak ediyordum. Okulun yerinde yeni binalar
yapılmış. Enstitüden sadece iki bina kalmış. Geniş spor alanında kazlar
geziniyordu. Benim köyümden de iki elin parmaklarından çok öğretmenler
yetişmişti bu kutsal eğitim yuvasında. Okulun geniş alanını buruk bir
mutlulukla dolaştım. Eğitim yaşamımızda mümtaz bir yere sahip bu nadide eğitim
yuvaları kapatılmamalıydı. Hüzünlendim.
Akşam
yaşlaşıyordu. Hedefimiz öncelikle Ardahan olacaktı. Arabada dört yolcudan
üçümüzün sürücü belgesi vardı. Sırayla araba kullanıyorduk. Mor renkli çiçekler
yolumuzun kenarlarındaki çayırları süslüyordu. Mola verip bu kez mor renk ağırlıklı
çiçek demetleri yaptık. Bulutların arasından güneşin son ışıklarını yayılıyordu
Ardahan ovasına.
Bir
anda önümüzde bir delikanlı belirdi. Kollarını açmış yolun ortasında garip
hareketler yapıyordu. Yanında bir traktör vardı. Arabamızı yolun kenarına park
edip apar topar traktörün yanına koştuk. Genç bir kadın ve tahminen on iki
yaşlarında bir kız çocuğu feryat ediyordu. Römork normal bir biçimde duruyordu.
Bu insanların feryadının nedeni neydi? Maalesef önde traktör devrilmiş üstte
tekerler gözüküyordu. Bizi durduran genç ağlayarak bağırıyordu.
“Adem!
Adem! Adem traktörün altında kaldı.”
Birkaç taşıt daha durdu. Olay yerine
koşanlarla birlikte Adem’i kurtarmaya çalıştık. Traktörü kaldırmaya bir türlü
gücümüz yetmiyordu. Hayli insan toplanmıştık olay yerinde. Son bir hamle ile
Ademi traktörün altından çekip çıkardık. Aracın koruması vardı. Bu uğraş içinde
korumanın bir camı tuz buz oldu başımdan aşağı döküldü. Allah’tan başımda şapka
vardı. Kazazede genç yarı ölmüştü. Yüzü gözü kan içindeydi. Göğüs kafesi çok az
hareket ediyordu. Kadın, kız ve bizi durduran genç yara almadan kurtulmuştu.
“Adem
ölme, ne olur gayret" diye feryat ediyordu kadın ve sağlam kalan genç.
Oğlumun arkadaşı, biz kurtarma uğraşı
içindeyken telefonla yardım istemiş. Az sonra ambulansa geldi. Yaralı araca
taşındı. Araç Ardahan’a hareket etti. Bizde üzerimizdeki şoku az da olsa atlattık.
Ertuğrul’un eli kanıyordu. Kırılan camdan oğlum da nasibini almıştı. Adem’in
durumunu öğrenmek hem de Ertuğrul’a tetanos iğnesi yaptırmak için biz de
hastahaneye gittik. Telaşlı bir koşuşturmaca vardı hastahanede. Adem’in gerekli
tetkikleri yapılıyordu. Kadına sakinleştirici iğne yapılmış, acil serviste
yatıyordu.
Oğlumun
aşısı yapılıp yarası sarıldı. Güzellikler içinde başlayan ve devam eden gezimiz
hazin görüntülerle sona ererken hepimiz üzgündük. İnsanların çaresizliğine bire
bir tanık olduk. Bizde içindeydik yaşanan olayların. Kadının sözleri
kulaklarımda çınlıyordu:
“Bir
kaynımı trafik kazasında kaybettim. Bu kaynımı da kaybetmek istemiyorum!”
Bir doktorun telefonu aldık. Sabahı
bekleyecektik. Erkenden arayıp Adem’in durumunu öğrenecektik. Konuştuğumuz tek
konu vardı dönüş yolunda, kaza. Kadın ağlarken söylediği şu sözler hafızamızın
derinliklerine kayıt edilmişti.
“Hızımız
çok fazlaydı. Adem yavaş! Adem yavaş
diye feryat ediyorduk! Aniden direksiyonu çevirmeye başladı. Ne olduğunu
anlayamadık. Traktörün kafası ters dönmüş kaynım altına kalmıştı!”
Rüyalar
yaşanmışlıklarla hayallerin bileşkesidir diyor Freud. O gece gün içinde
yaşadıklarım olayları yeniden yaşadım rüyamda. Adem, doktorlarla birlikte
bahçesinde çay içiyordu. Yanından geçtim. Kafa selamı verdi bana. Gülümsüyordu.
Genelde gerçek yaşamda görülen rüyaların zıttı olaylarla karşılaşılır derdi
büyüklerimiz. Umarım bu kez rüyamdaki güzelliklerle ilgili haberler alırım diye
ümitlendim.
Sabah
oldu. Yeni bir güne başlıyorduk. Dışarda pırıl pırıl bir hava vardı. Güneş
ufuktan yükseliyordu. Kahvaltı masasının geçtik. Oğlum telefona sarıldı.
Hepimiz kulak kesilip karşı taraftan gelecek habere odaklandık. Konuşma kısa
sürdü. Oğlumun yüz hatları değişti. Konuşmaya başladı. Sözler boğazında
düğümleniyordu.
“Adem
saat sekiz otuzda ölmüş!”
Kahvaltı
yapamadık. Açlığımızı unuttuk. En yakınımız kaybetmişçesine üzüldük. Bir
yaz gününü daha yaşamıştık böylece. Gün sıradandı. Çünkü ülkemizde her gün genelde
bilgi ve deneyim yetersizliğinden böylesi kazalar yaşanıyor.