‘’…’’Anlamak’’nasıl bir şeydir, bu
dokusundan bal rengi sonsuz bir acı sızdıran yerküredeki kusurlu var
oluşumuzu…’’(Nilgün Marmara)
‘’Bal rengi, sonsuz acılar sızdıran
yerküre. Kusurlu var oluşumuz. Anlamak nasıl bir şeydir?’’(Alıntı)
Ödediğim diyetimde hep bir yenilgi
mevzu bahis ve herkes gibi olmadığımın yeni yeni bilincinde bir ayrık otu
olmaya meyyal olduğumu da halen kabullenemediğim.
Devrik acılarda cinnet geçiren
edimlerin kâtibiyim bir de öznemin sihrine vakıf, bir emir kipi ile hidayetimin
sınırlandırıldığı yine insanlık tarafından kabul görmediğim.
Kusurlarıma vakıfım da üstelik
herkesten evvel yine de yüzüme vurulan çakma kusurlarla pek bir içli dışlıyım.
Göğün rengine müptela gözlerim.
Aşkın da renk düştüğü her beyazda ben
bir çalımla içimdeki gömleğin düğmelerini iliklerken.
Aşkın manivelasında feveran eden
gölgeler kadarım: illa ki kusurlu.
Yetinmeyi yavaş yavaş öğrensem de
daha fazla insan tarafından sevgi ile kuşatılmayı talep ediyorum evrenden: ne
büyük yanılgı!
Belki de çölyak olmuş bir hastanın
kursağında kalan lanetli bir lokmayım illa ki anlaşılmayı talep ettiğim; illa
ki anlam aradığım ve her fasılada bilfiil suçlandığım.
Suç üretme mekanizması aralıksız
mesaide ve savunma mekanizmamda açan çiçekler tek seferde ezilmekte.
Bir güfte olduğumu düşünmüyorum olsa
olsa bir roman uzunluğundadır benim hislerim.
Bazen parlayan güneş.
Bazen kendimi paraladığım.
Bazense içimde ukde kalanlar ve illa
ki sevgiyi baş tacı edip yuhalanmayı da becerirken ben-merkezcil duyularımdan
arınıp şehri ve dünyayı gözlemliyorum.
Şehrin bulutlarında yaptığım o
müstesna yolculuk ve kimin kimi sırtından vurduğunu görmemek adına gözlerimi
yumarken kalp gözümün beni bir yerlerimden çekiştirdiği.
Zamanın yasını tutuyorum.
Kaybolan insanlığın da.
Şerrine lanet okuyan iblisin aslında
iblisin ta kendisi olduğunu görüp başımı da kuma sokamadığımdan gözlerimdeki
yaşla örüyorum ben önümdeki patikayı.
Bir şakayık gibi bazen.
Belki de aşkın tanrıçası.
Sinemde saklı tuttuğum ne ise aslında
aklım başımda yoldan çıkmamak adına bir adım daha atamadığım.
Görüntü ihlali en çok da yürek ihlali
en çok insanlığın arkasından dua okumayı unutup kendini lanetleyen bir girdap
gibi içinde dönendiğim geceye afiyetlerimi sunup da.
Soruların ayyuka çıktığı aslında
cevapların yürürlükten kalktığı bu sefer azabın bilançosu iri kıyım bir soru
imleci iken ve şehrin dökümlerinde milyonlar kayıtlı ben içimdeki şehri
pamuklara sarıp şehrin de asası iken sözüm ona.
Gönül gözüme perde inmeden ve aşkı da
mimlemeden tek seferde saydığım isimler belki de adımı unuttuğum ve adımlamayı
da ihmal edip bir bir şerh düştüğüm.
İlla ki bir şeylerin yarım
kalmışlığı.
Yoksa izafiyet teorisi mi?
Belki de aklın sapağına saplanan.
Belki de izafi rotanın indinde
gerçeğin bağcıkları çözülmeden.
İsmin ya da unvanın da ne işe
yaradığı en çok kendimi sorgularken ve hangi amaca hizmet verdiğim belki de
amacı olmayanlara aldırmadan içimdeki hazineyi çarçur etmeden ömrü de
tamamlamak istemediğim.
Göğün frekansında irili ufaklı
bulutlar ve göz yaşımı esir alan bir gök taşı belki de tepeme fırlatılan ve kıl
payı ölümden kurtulduğum…
Şairin de dediği üzere:
‘’Konuklarız yer yüzünde
Gökyüzünde verilen yaşam payında.’’
Sunumu hayatın ve bizim karşılığında
ne sunduğumuz ya da neyin diyetini ödediğimiz.
Bedenimizle.
Yorgun ruhumuzla.
Ve de kurumuş yüreğimizle…
Sahi, neyiz biz?
Sevgiyi lav eden bir topluluk derken
birbirini ayrıştıran bu da yetmezmiş gibi durduk yere gözünü nefret ve hırs
bürümüş…
Neyiz biz?
Kim olduğumu biliyorum artık ve
içimdeki yeisle neye karşı savaş verdiğimi de yeni yeni çözmüşken…
D/okunulmazlığında yazdıklarımın.
Sevip de dokunamadıklarımın.
Üzüntümü biriktirip göz yaşımın da
kuruduğu.
Sanrıların gazabına yenik düşüp;
aşkın aklarında kırmızı kurdelesi ile çocuk gelinin bense yetişkin kimliğimle
kol kanat geremediğim masum ve mazlumların peşine düşüp…
Dem vurmaktansa sondan, başı kayıp
bir hikayeyi yeniden yazıp mutlu sona ulaşmak iken yüreğimin çarpıntılarının hâsıl
olduğu ve aralıksız duyumsayıp sevdiğim bir âlemde ben kırık kanatlarımla
uçmaktan aciz sadece adımladığım yolun bitimine de gelmeden…
Sahi, ne ara kaybolduk biz?
‘’Yaşamın kaynağının yazı olduğuna
duyulan inanca güçleniyor her geçen gün.’’(Nilgün Marmara)
Giydiğim dökümlü elbise gizlemeli:
tenimi gizlemeli bir de yenilgimi hatta yüreğimi ve yüzümü bir de külüstür
ruhumu…
Hiçbir ayrıntının caydırıcı gücü olmamalı
ve ben şevk ile yazmayı her şeyden çok severken kimsesizliğimin kalabalığında
şehit düşmeliyim ülkülerim uğruna.
Bandığım satırlar kahrıma ve gönlüme
illa ki büyük gelen bir örtü aslında iklimin mizacına yenik düştüm ben bir de
Kutup Yıldızına duyduğum özlem oysaki ilk ismimle geçtim ben gökyüzünün
tarihine: ölü halamın ruhuna sahibim ne de olsa çocukken kapatmış gözlerini ve
ben ela pırıltılarında gözlerimin gözlemlediğim ölümü yok sayıp
ölmeyecekmişçesine harcıyorum zamanımı üstelik ne için?
Bir bataklık kimi için hayat ve de
özlemi duyulan yine seğiren yüreğin iklime tezat ulvi tınısında bir med-cezir
kapıldığım aşkın ve mizacında ömrün de illa ki bir yenilgi tabir edilen.
Şimdi ise bir düş bataklığının
müdaviyim: içine düştüğüm düşlerin içine düşen kalemin közünün bir de
fıtratımın gizemine şahinim.
Âlemde saklıyım bir de elemde.
Neşemdeki tarifsiz coşku sönerken
ansızın bir yıldızın yılgısına dönüşüyor içimin yanılgısı.
Şehla düşlerin korunaklı dünyama
siper olduğu ve sitem yüklü mizaçların da bir aldatı olduğu gerçeği.
Mürekkebim tükenmiyor ne de olsa
hammaddesi gözyaşım bir de üzünç ırmakları kapıldığım ama debelenirken ansızın
ayağa kalkıp da dimdik yürüyebildiğim.
Havanın kasveti doğurgan bir yas’ın
habercisi ve karamel düşlerin tutanağında yapış yapış ellerim yine şeker
sevmekten vazgeçmediğim ve şekersiz içsem bile yüreğimin tatlandırıcı ise
kahvenin de çayın da t/adına doyum olmazken ve yazmanın da.
Yüreğimin kasnaklarında kör notalar
var ve kor bir hüküm, ebediye yaşamın ihtiva ettiği bir özgürlüğün de güncesini
tutuyorum.
Bir kanatlarım eksik o da
tamamlanıyor sanırım bilinçaltımda işlenmemiş atıl kelimelere malum oluyor
ısmarlamadığım ıssızlığın manivelasında yetim bir diyez gibi sol anahtarına
takılı aklımda solumla yatıp sağımla kalksam da illa ki sola saptığım.
Münferit bir heceye düşüyor yolum
sonra ve gülebildiğimi hatırlıyorum kim beni ismimle çağırsa ve içimde
ağırladığım davetsiz misafirimin de yakasına yapışıyorum gitmesin, diye:
teyellediğim her hece ve acıdan doğan bir rubaiymişçesine saf tuttuğum saflık
tezgâhında içimi açtığım.
İçimde tezat iki yürek taşıyorum tek
bedene ait ve de tek ruha ve soğuk, donuk bakışlarında yıldızların bir gül
bahçesinde olduğumu unutup üşüyorum ya da tam tersi: tan güllerden bir demet yapacağım
kaydığım eksende yıldızın donuk seyrinde parladığımı unutup ay’a tapınıyorum ve
mutlu olmayı her halükarda beceriyorum ne de olsa bedenimin ve benliğimin ait
olduğu İlahi Güç, benim hep güneşim hem yaşama merkezim.
Aşkın dolunayda tutuklu kaldığı gün
ve gecelerin de hesabını tutuyorum ve başlıyorum şafak saymaya.
İçimdeki emir eri misali verdiğim her
emri harfiyen yerine getiren irademe düşkünlüğümle şaşırtabildiğim insanlar
meclisi:
Acıya dayanırlığım bir de açlığa hele
ki çocukluğumdan beri kendimi açlıkla ve acıyla terbiye ettiği ve İlahi Gücün
de bir sunumu iken aşk ile ihya ettiğim.
Sanrılarımın muhatabı bir kelamı düze
çıkarıp ve ayan beyan insanlığımı soldurmadan sahip çıktığım nefsim belki de
görmezden gelip çoğu insana da benzemekten geri durup aslında beşeri arzuları
ve gölgeleri yok saydığım…
Kaçıncı cihan harbindeysem belki de
bir dünyalar savaşı yine iklimlerin tek muhatabı iken gökyüzü be gök gözlü
şakayıklara istirham edip bir avazda doğmayı da pek sevdiğim.
Tarla başında bir kuytu belki de bir
öğretinin dehlizinde belki de yarım yamalak bir mutluluğu tümlemeden hazin
ruhlar sokağına kesin dönüş yaptığım.
Mevsimsiz bir ölümü şiar edindiğim
aslında ölümü bir mevsim bildiğim bu anlamda yeniden doğmaktan pek bir haz edip
her boşluğu yürek yazımla doldurmaktan gayrisi gelmez iken elimden.
Belki de aykırı düştüğüm şu cümle,
seninle sevgili Nilgün:
‘’Ey tiksinç Aydınlık! Kusuluyor
senin için, bil!’’
Her martıda aklıma gelen deniz
kokusu.
Her aydınlıkta yüreğime serptiğim
umudun dokusu.
Mavi bir göğün peştamalı iken
bulutlar ve bulutlar ruhun da cepkeni iken…
Serpilen tümcelerimde ben hasat
zamanı yola düşmüş bir yürek çiftçisi gibi belki de bir mevsimlik işçi yatağı
yorganı kelimelerce bozguna uğratılmış eğreti bir asa olduğunu savunanlar olsa
da.
Bir muhbir imge telaşla kapımı
çalarken ve azığa aldığım düşlerim semirirken yürek bahçemde.
Tozutan aklın.
Bir ruhani acının.
Bir de şifresinin peşine düştüğüm
insanlığın.
Ve senin de sorduğun üzere:
‘’Ben kimim’in arayışı kaç adım gider
öz-tanıma? Engin bir su izinde yanıta vardığında, ne kadar bilebiliriz
Kimiz’i?’’
Belirsizlik derin bir tema iken
temas’ı ile kimlik sorgusunun bir de içten pazarlıklı olmanın asla mümkün
olmadığı bir dünya iken yazın dizinleri ve her eşkâle uymadığı gibi uyduruk bir
ben olmaktan da kaçınan lahzasında ömrün kayıt dışı bir ölümü gizlerken yürek
dünyadan.
Öldüğümüz.
Defalarca ölüp ölümlü sıfatından
ayrışık bir eda ile binlerce ölümün de dirilişinde derin bir tezahürat iken
ruhsuz edimlerin sarkacını yok sayıp kendi kuyumuzda kendi öz-suyumuzda boğulma
ihtimali.
Bir telaffuz belki de yanlış
anlaşılmaya mahkûm.
Aşk’ı ise basite indirgeyen bir
düzenek ve her aşk sözcüğünün altında illa ki beşeri kırıntılar yattığına kani,
bunun bir öz veri olma ihtimalini de yok sayanlar üstüne üstük aşkı bedenle ve
yaşanmışlıkla eşleştirenler.
Bir öngörünün aslında bir sağaltım
aracı olduğu ve gerçeklerin gerekçelere dayandırılıp yazılanların içeriğinde
bir iz düşümü yatarken aslında herkese ve genele yayılmış duygulardan da bir
kazanım iken aşkın yerleşik mertebesi.
Kıyama durduğum bu cümle ile sadece
sağaltmıyorum da acılarımızı aslında neyin neye tekabül ettiğinin sorgulamasını
yaparken eşlik eden gülümseme için borçlanıyorum Rabbime ve tüm insanlığın
aslında bir gülümsemeye ne kadar da ihtiyacı olduğunu bilip dağıtıyorum
içimdeki tüm gülleri elimle koyup elimle bulduğum belki de yüreğimi ekip gül
bahçeme Rabbime duyduğum şükrü ve inancı paylaşmak adına tüm insanlıkla.
Yıldız Gülüm Çamlısoy.