Yaz tatillerinde sadece elde tırpan çayır-tarla
biçmeden öte başka işler de vardı köy yerinde benim için. Bazen köyün içme
suyunun borularının onarımı için muhtar haber salar bekçi amcayla. Bekçi
seslenir uzaktan. Yanımıza gelmek için kendini yormaz:
“Yarın kazma-kürek bir kişi de sizden istiyor
muhtar. Sular akmıyor köy çeşmelerinden…” Böylesi davetler her yıl alırız yıl
içinde birkaç kez. Bileği kuvvetli genç, orta yaşlı toplanıp köyün ortak
işlerini yapmak gelenek olmuştur. Hiç kimse muhtarın çağrısına kayıtsız
kalamaz!
Bazen
yayla çağırır beni. Annem haber salar köye. Kuzuların kırkım zamanı gelmiş. Madem,
koyun besliyor babamız, kuzu kırkımı da beni bekler her yıl ağustos ortalarında.
Kırklık denilen büyük bir makasla kırkım yapmak hiç kolay bir iş değil! Yayla
vardığımdan bileği kuvvetli bir çoban arkadaş bulursam ne ala yoksa tek başına
70-80 kuzuyu kırkmak adamda kondisyon diye bir şey bırakmaz. Bel kemiği iki gün
düzelmez insanın.
Önümde
babam var. Sorumluluk onun üzerinde. Çayır biçilmiş, Cin Dağı’nın tepesini
beyaz bulutlar sarmış, yarın muhakkak yağmur yağacak!.. Yemyeşil otlara yağmur
yağarsa otların kalitesi düşermiş… Fazla ilgilendirmezdi beni. İşler bitsin,
eylül ayının bir an önce erken gelmesi biricik beklentim. Seminerler başlayacak
ve ben ellerimin derisinin manda derisi gibi sertleşip kalınlaştığı bir yaz
sezonunu daha bitirmiş olacağım…
Babam
akşamleyin planlardı ertesi gününün işlerini. Okulda her gün, günlük plan
yapmanın monotonluğu biz öğretmenleri sıkardı açık kalplilikle söylemek
gerekirse. İstemeden de olsa günlük planlar yapılırdı yine de. Babamın plan
yaparken sıkıldığını hiç zannetmiyorum. Köyde işler planlanmazsa düzenli dirlik
olmaz. Hele de yağmurun sık sık yağdığı Doğu Karadeniz Bölgesinde. Bir saatlik
iş gevşek davranıp savsaklanırsa tarla olsun çayır olsun hiç fark etmez. Aniden
bir yağmur yağar. Her şey berbat olur. Ve de havanın düzelmesi uzun sürerse
ekinler çürümeye yüz tutar, yeşil çimenler küflenir…
Tüm bu
olasılıkları bilen babam, metrolojinin tahminlerine fazla güvenmez. Yılların
verdiği deneyimle, rüzgârın yönü ve hızı, güneş ışınlarının parlaklığından en
önemlisi de kuzeyden beyaz bulutların yükselmesi babamın en güvenilir hava
tahmin verileriydi.
Akşam
yemeğini yedik. Sıra kıtlama çay faslına geldi. Babam, “Yarın erkenden balta
hızarı kuşanıp ormana gideceğiz. Geçen gün yayladan yürüme dere yolundan
geldim. Eski Yayla’nın hemen aşağısında çayın öte yakasında tepesi kurumuş koca
bir ladin ağacı gördüm.” Plan belli olmuştu yarın için. Kış odunu hazırlığı
içindi babamın planı. Daha farklı bir iş çıkmıştı demek ki. Devam etti
sözlerine:
“Hanımlar,
biz erkenden çıkarız yola. Yatmadan önce peynir-ekmek bir çıkın hazırlayın. Ağacın
yanına vardığımızda karnımızı doyururuz.” O gün de yetesiye yorgunduk evcek.
Son harman yormuştu bizi. Tınaz makinesiyle öğleye kadar buğdayları samandan
ayırdık. Ürünün çuvallanıp kilere taşınması, samanın samanlığa doldurulması hiç
kolay iş değildi. Köy yerinde harman işi, döven, öküzler, saman tozu… En ağır
işlerden sayılır. Harman işi bitmişti ya mutluyduk. Erkenden yat borusu çaldı.
Uykunun tatlı kollarına attım kendimi. Sabaha erkenden kalkmak vardı.
Babamın
uyarmasıyla gözlerimi açtım. Biraz daha uyumaya neleri değişmezdim! Hafifçe
kol-kanat hareket ettirerek giyindim. Ilık bir sabah başlıyordu. Evimizin
karşısındaki orman, kuşlar uyuyordu. Tan yeri henüz aydınlanmamıştı yetesiye.
Ben hızarı babam baltayı aldı. Bir saat yolumuz vardı yürünecek. Bir an önce
karayolunu bitirip vadiye sapınca ormancı tehlikesini atlatmış olacaktık. Olur
ya! Orman İdaresinin jeepi önümüze çıkabilir. İşte o zaman ayıkla sen pirincin
taşını! Orman için suç aleti balta hızarla dolaşmanın tutarlı açıklamasını
yapmak olası değil.
Hızlı
hızlı yürüyerek karayolunu bitirip vadinin sağ tarafına geçtik. Güneşin
doğmasına epey zaman vardı. Biçim zamanı henüz gelmemiş yemyeşil çimenliklerde
yürüyorduk. Yaz-kış suyu fazla eksilmeyen yayla düzlüklerinden pınarlardan
kopup derin vadi boyunca akan çay sakin sakin akıyordu ak köpükleriyle. Vadinin
yukarısındaki Sahara Dağı’ndan yüce tepelerinden kopan serin yel yüzlerimizi
okşuyordu. Yeşillik denizinde yürüyorduk. Dağ çiçekleri çayırları bezemişti
alabildiğine.
Çocukluk
ve ilk gençlik günlerim geçtiği çayırlar, dereler karış karış hafızamda.
Babamda bu topraklarda büyümüştü. Çayırları geçtik. Yer yer taşlık bayırlar
vardı önümüzde. Bizlere hiç yabancı olmayan vadinin yer yer dik, geçit vermeyen
yamaçlarını da aşarak babamın kış odunu için bellediği ladin ağacının yanına
vardık.
Çapı, ormancıların deyişiyle kuturu bir
metreden aşağı değildi. Ağacın tepesinden yukardan aşağıya üçte bir bölümü
kurumuştu. Upuzun koskoca bir ağaç… Selimiye Camii minarelerinden daha uzundu.
Odunu iki senelik yakacak ihtiyacımızı karşılardı. Daha yukarılarda kendisinden
daha kısa, genç köknar ve ladin ağaçlarının kapladığı orman uzanıyordu. Sabah
sabah uzun bir yürüyüş yapmış, hayli yorulmuştuk.
Balta-hızarı
bırakıp dinlenelim diye oturduk. Sahara Dağı’nın yücelerinden esen serin rüzgâr
yorgunluğumuzu üzerimizden atmaya yardım ediyordu. Eski Yayla’nın üst tarafında
karayolunun sağlı sollu kuşatan çam ormanı karşımızdaydı. Eski Yayla’nın
bitiminde dik yamaçlı, bütün ihtişamıyla gür ladin ormanlarıyla kaplı Kayalarla
yüz yüzeydik. Ve sağlı sollu, iki yakasında akgürgen, huş ağaçları, daha
yukarılarda maki topluluklarıyla bezeli vadimiz uzayıp gidiyordu.
Yetesiye
dinlendik. Ladin ağacına bir daha baktım. Kış mevsiminin nice rüzgârlarına
direnmişti geçen uzun yıllar içinde. Yetesiye yaşamıştı artık. Uzun yıllar yaşaması
olası değildi. Kurumaya başlamıştı. Önümüzdeki yıllarda esecek sert rüzgârlara
direnecek özelliğini kaybetmişti. Çobanlık yaptığım çocuk yaşlarımda
rüzgârların devirdiği koca koca ladin ağaçlarının düşüklerini görmüşüm.
Üzerlerinden karşıdan karşıya geçemeyecek kalınlıkta olurdu rüzgârın kırdığı
fundalıkların içinde boydan boya uzanmış çürüyen yüz tutmuş ladin düşükleri…
Tam
hızarı kavrayıp ağaca yaklaştık. Babam, ses yapmadan arka tarafa bakmamı işaret
ediyordu. Arkaya döndüm sessizce. Aramızda on metre mesafe yoktu. İri kara
gözleri fark ediliyordu. Bordo, mor karışımı renkli bir yaban keçisi şaşkın
şaşkın bize bakıyordu. Nefes almayı unuttum adeta. Bu harika hayvana biraz daha
seyretmek istiyordum. O kadar mahzun ve garip hali vardı ki, anlatılamaz. Az
sonra tedirgin oldu. Kafasını sağa sola salladı, sessizce ormanın
derinliklerinde kayboldu. Arkasından baka kaldık.
Güneş
Yavuzköy’ün Kışlası’nın sırtlarına parlak altın ışıklarını göndermişti. Sahara’nın
doruklarındaki kayalar da güneş ışınlarıyla ayna gibi parıldıyordu. Hızara sıra
geldi. Ladin ağacının odunu sert değildir. Kısa sürede koskoca ağacı yarı yarıya
kestik. Bir mola vererek çayın kenarındaki taşların diplerinden çıkan yarpuz
kokan suyun yanında peynir ekmekle kahvaltımızı yaptık.
İkinci bir hamleyle işe giriştik. Biraz sonra ağaç
sallanmaya başladı. Ve koskoca ağaç büyük bir gürültüyle boylu boyunca yıkıldı.
İki yerden kırıldı, üç parçaya bölündü… Vadi, karşıki yamaçlar yankılandı.
Henüz uyanmamış kurt, kuş, börtü-böceğin tedirgin olduğu belliydi. Yaşam
alanlarını ihlal etmiştik. Abartısız 6 ay süren bölgemizin kışların için
yakacak ihtiyacımız içindi yaşlı ladin ağacına kıymak. Ağaç kesmek, kaçak odun
satmak gibi amacımız olmadı hiç bir zaman. Hayvancılık ağırlıklı bir
çiftçilikti geçim kaynağımız sülalece. Fakat
ormandan nemalanan aileler var köylerimizde maalesef! Fazla durmak tehlike arz
ederdi. Yetesiye gürültü oldu. Karayolunu kullanmadan eve döndük. Sonbaharda
izin çıkıncaya kadar ormana gitmek gerekmeyecekti.