Üzerinde
yaşadığımız bu güzel toprakların, 20. Ve 21. Yüzyıllar içinde geçirdiği
aşamaları tarih açısından özetle irdelemek istedim. Biliyoruz ki, halefi
olduğumuz Osmanlı Devleti 1683 II. Viyana bozgunundan sonra yıl yıl gerileme ve
çöküş devri yaşayarak I. Dünya savaşı sonunda yıkılmıştır.
Osmanlı
gerilerken Avrupa devletleri güçlenmiş yapılan savaşlarda ibre sürekli
aleyhimize dönmüş ve imparatorluk büyük toprak kayıpları yaşamıştır. Avrupa
sanayi devri yakalamış. Bizler sanayileşmeyi başaramayınca batı mallarının açık
pazarı haline gelmişiz. Nihayet I. Dünya Savaşı öncesi İtilaf Devletleri
aralarında yapılan gizli antlaşmalarla topraklarımızı kendi aralarında pay
ettiklerini tarih bize söylüyor.
Bu
arada kuzey komşumuz Rusya Deli Petro’dan beri sıcak denizlere açılma…
politikası güderek maalesef Osmanlı aleyhine büyümüş. Türk-Rus savaşlarının
galibi olarak adeta Osmanlı’nın altını oymuştur.
Çanakkale
Savaşı, tarihimizde çok büyük öneme sahiptir. Türk Ulusu bu savaşta destansı
direniş göstererek İtilaf Devletlerinin boğazı geçip İstanbul’u işgalini
önlemiştir. Bu zaferin bizim için iki önemi daha vardır: Mustafa Kemal gibi bir
deha ortaya çıkmış. İngiltere, Fransa
gibi ülkelerle çarlık Rusya’sının bağlantısını kesilmiştir. Ve Rusya’da
Bolşevikler çarı devirerek devrim yapmayı başarmışlardır. Eğer Çanakkale
geçilip Çar kuvvetlerine yardım yapılabilseydi çar devrilmeyip Erzincan’a kadar
gelen Ruslar geri çekilmeyecekti.
Bu bağlamda Lenin liderliğinde kurulan Sovyet
idaresi 1915 yılında yapılan Osmanlı topraklarının paylaşımı onursuz gizli
antlaşmayı açıklayıp çar zamanındaki Rus isteklerinden feragat etmiştir.
1919-1922
yılları arasında Türk Ulusunun kaderini değiştiren Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı
normal koşullarda değerlendiremeyiz. Bu savaş başlı başına bir büyük destandır.
Bu savaşın başkomutanı Mustafa Kemal sadece Türk Ulusu’nun değil, başarılarıyla
ezilen, sömürülen tüm uluslarında özgürlük savaşlarında örnek alınan bir lider
olmuştur.
Bilindiği
gibi yıkılan bir devletin yerine yoklar var edildi. Bağımsızlık savaşı
kazanıldı. Yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Atatürk’ün liderliğinde
kurulan yeni devlet yüzyıllarca geri kalmış ülkeyi mamur hale getirmek için
hızlı bir kalkınma çabasına girmiş. Barışı önceleyerek komşu ülkelerle dostluk
pakları kurarak bağımsızlığını pekiştirmiştir. Atatürk, “Özgürlük ve
bağımsızlık benim karakterimdir.” der. Bu fikrini yaşadığı yıllar içinde
kurduğu devletin şaşmaz politikası haline getirmiş ve uygulamıştır.
İnsanlık,
1939-1945 yılları arasında bu kez II. Dünya Savaşı yaşadı. Bu savaş boyunca dış
politikamızın değişmez ilkesi olan “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi takip
edildi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi komutanı, Lozan Barışı’nın
imzalayıcısı II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün örnek politikaları sonucu
Türkiye ateş çemberi savaşın dışında kalmayı başardı.
1945
yılında büyük yıkımlara neden olan savaş sona erdi. Savaş devam ederken 1944
yılı sonunda ve 1945 yılı içinde savaşın kaderi belirlendi büyük oranda.
Almanya’nın ve de Japonya’nın savaşı kaybedeceği alenen şekilleniyordu.
Savaşın
galip devletlerinin liderleri Churchill, Stalin ve Roosevelt Şubat 1945’te
Yalta’da toplanarak tabir caizse dünyayı kendi aralarında pay etme çalışması
yaptılar. Aynı amaçla bir toplantı da aynı yıl içinde 17 Temmuz-2 Ağustos
arasında bu kez Postam’da yapıldı. Katılan ülkeler aynıydı; ABD, İngiltere ve
Sovyetler Birliği.
Bu iki
toplantıda bizi ilgilendiren en önemli konunun Stalin’in Rus çarları
politikalarını sürdürmek istemesidir. Stalin boğazlarda üs kurmasına müsaade
edilmesini ve doğuda öncelikle Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere bırakılmasını
sıklıkla ve şiddetle öne sürdü. O yıllarda hükümetimiz ve dış işlerimiz Stalin
ve dışişleri bakanı Molotof birlikte yürüttükleri saldırgan politikaya amansız
mücadele verdi.
Sovyetlerin
boğazları kontrol etmek istemesi, giderayak Akdeniz ve Ortadoğu’ya erişme
istekleri özellikle İngiliz çıkarlarına uymuyordu. İngiltere ve daha sonra ABD
Ortadoğu’nun zenginlik kaynaklarını kontrol etmek adına Stalin’in isteklerini
karşılamadılar.
Sovyet
tehdidinden çekinen Türkiye Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasını terk ederek
savaş galiplerinden İngiltere, ABD’ye yaklaştı. Nihayet NATO’ya kabul edildik.
Ve doludan kaçarken fırtınaya yakalandık. Kore’ye asker gönderdik. Türkiye’yi
küçük Amerika yapma sürecine gidildi zamanın hakim politikasıyla...
Silahlarımızı NATO’nun güdümünde batıdan daha çok ABD’den almak durumunda
bırakıldık. Soğuk savaş süresince NATO’nun Sovyetlere karşı ileri karakolu
görevi üstlendik.
Sovyetlerin
1990’lı yıllarda dağılmasından sonra ABD süper güç olarak yalnız kaldı. Bu kez
emperyalist politikalarını daha bir pervasızca uygulamaya soktu. NATO’da
müttefik olmamıza karşı devletimize bela olan ayrılıkçı PKK ve Feto terör
örgütüne açıktan destek verdi. Bu bağlamda son olarak bize F-400 satmayarak ve
ortak olduğumuz F-35 projesinden dışlayarak müttefikliğin gereğini uyguluyor(!)
Yazıma
neden olan ana düşünce şu: Atatürk 1938’de ölmeyip İsmet İnönü gibi uzun
yaşasaydı. Örneğin 1964 ortalarına kadar yaşasaydı tam bağımsız politikasını
sürdürebilir miydi? Bu konuda iletişim içinde olduğum donanımlı arkadaşlarla
çokça zihin jimnastiği yaptık. Bazıları arkadaşlar, Atatürk’te yaşıyor olsaydı
Stalin’in baskıları yüzünden tıpkı İnönü gibi batıya yanaşırdı derler.
Bazı arkadaşlar da Mustafa Kemal ileriyi gören,
konjonktürü en iyi değerlendiren bir liderdi. O, Ulusal Kurtuluş Savaşı için
Samsun’a çıkmadan önce yapacaklarını planlamış girişeceği mücadele için
yapacaklarını en ince ayrıntılarına kadar planlamış ve bu planı gün gün
uygulayıp başarılı olmuştur. O bakımdan Atatürk önceleri batıya yaklaşsa bile
NATO içinde olan Fransa, İtalya, Kanada gibi daha özgün politikalar
uygulardı. Dışa bağımlılığı en aza
indirger kendi uçağını, kendi gemisini… ülkemizde yapma davasını sürdürürdü
görüşündeler. Zaten Stalin’in 1953’de ölümünden sonra Sovyetlerin ülkemizle
ilgili politikaları terk edilmiştir. Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş
biri olarak ben de ikinci görüşü savunanlardanım.