Eski tahta masanın üzerinde, kurumuş fırçalar ve renkli
tüplerle dolu bir palet duruyordu. Pencereden içeri sızan güneş ışığı, tozlu
odanın içini aydınlatıyordu. Kırık camlar, ışığın yere düşerken dans ettiği
ince ışınlarla süslüydü. Duvarlar, yılların getirdiği resimlerle kaplıydı. Her
bir tablo, farklı bir hayatı yaşanmışlığı anlatıyordu. Birinde deniz kenarında
bir çocuk, diğerinde dağların zirvesinde bir dağcı vardı. Ressamın yaşamının
izleri, bu tuvaller de saklıydı. Eski tahta sandalyeler, masanın etrafında
sıralanmıştı. Üzerlerinde boya lekeleri ve çizikler vardı. Burada bir zamanlar
sanatçılar, öğrenciler ve meraklı gözler oturmuştu. Odada hafif bir terebentin
kokusu vardı. Ressamın paletinden yükselen renkler, havada dans ediyordu. Mavi,
sarı, kırmızı… Her bir rengin kendine özgü bir hayat yaşantısı vardı.
Atölyenin ortasında duruyor, fırçasını paletin üzerine daldırıyordu. Gözleri kadının yüzündeydi. Onun içindeki karmaşayı, fırça darbeleriyle ifade etmek istiyordu. Leyla, fırçasını tuvalin üzerine koydu. Gözleri kadının yüzündeydi, ama aslında iç dünyasında bir savaş veriyordu. Ruhu, fırça darbeleriyle ifade etmek istediği duygularla doluydu. Bir yandan, geçmişi onu rahatsız ediyordu. Atölyenin duvarlarındaki tablolar, gençlik yıllarını hatırlatıyordu. O zamanlar, sanatın saf ve içten olduğuna inanırdı. Ancak zaman geçtikçe, hayatın acımasız gerçekleriyle yüzleşti. Sanatın sadece bir meslek olmadığını, aynı zamanda geçim kaynağı olduğunu fark etti. Bu düşünce, içinde bir çatışmaya doğru onu sürüklüyordu.
Diğer yandan, kadının gizemi onu cezbetmişti.
Kapüşonun ardındaki yüzü göremese de, kadının gözlerindeki hüzün ve sır,
Leyla’yı etkilemişti. Onun içindeki karmaşayı anlamak, belki de kendi iç
çatışmalarını çözmek anlamına geliyordu. Leyla, fırçasını tekrar paletin
üzerine daldırdı. Kırmızı rengi seçti. Korku ve umut arasında sıkışmış
gibi hissediyordu. Belki de bu tablo, hem kendi iç dünyasını hem de kadının
gizemini ifade edebilirdi.
Atölyenin penceresinden bakıldığında, İstanbul’un tarih kokan
sokakları uzanıyordu. Eski çarşı, taş binaları ve ahşap dükkânlarıyla hala
ayakta duruyordu. Her bir çatı kiremiti, yılların izini taşıyordu. İstanbul,
sadece turistik bir ilçe değil, aynı zamanda yaşamın değişimini izlediğimiz bir
yerdi. Şehre her gittiğimizde, eski bir atölyenin daha kapandığını, bir esnafın
daha eksildiğini görüyorduk. Bu sokaklar, geçmişle günümüz arasında bir
köprüydü. Pencerenin kenarında bir saksı vardı. İçinde rengârenk çiçekler
açıyordu. Leyla, fırçasını tuvalden kaldırıp pencereye doğru döndü. Dışarıdaki
manzara, içindeki çatışmaları yatıştırmaya çalışan bir ressamın gözlerine
yansıdı.
Mehmet Aluç
Devam edecek inşallah