Çanakkale de Umuda Dair Son Diye Bir Şey Yoktu
Karargâhın içi hüzünle karışık bir heyecanla doluydu. Yırtılmaya
yüz tutmuş çadırların arasından sızan soğuk, askerlerin nasır tutmuş ellerinde
sıktıkları tüfeklere kadar işliyordu. Çoğu yirmisinde bile değildi; yüzlerinde
daha bıyıkları bile doğru düzgün çıkmamıştı. Ama gözleri... O gözler bir ömrün
ağırlığını taşır gibiydi. Bekledikleri yarındı; ötesi yoktu. Çünkü hepsi, bu
yarının bambaşka bir gün olduğunu, dönecek bir gün olmadığını biliyordu.
Seyit Onbaşı, diğerlerinden biraz önde oturuyordu. Sırtı
eğilmiş, tüfeğini temizliyordu. Başını kaldırıp bakınca, genç Mehmet’i gördü.
Mehmet titriyordu, ama soğuktan değil; korkudan. Seyit bunu anlamıştı. Kendi
gençliğini gördü Mehmet’in ürkek bakışlarında.“Mehmet,” dedi, gür sesiyle ama
bir baba şefkatiyle. “Korkuyor musun?” Mehmet’in gözleri, başını eğip
doğrulamadan dudaklarının arasından bir cevap çıktı: “Hayır Onbaşı...” Seyit
gülümsedi. Sert elleriyle Mehmet’in omzuna dokundu. “Korkmayan asker, ya deli
olur ya taş. Korku, bize Allah'ın hediyesidir evlat. Ama bil ki korkuyu aşmak
cesarettir. O yüzden korkman, cesur olduğun anlamına gelir.”
Bu sözler, Mehmet’in gözlerinde bir parıltı iman aşkıyla ateşini
yaktı. Sadece Mehmet’in mi? Karargâhtaki herkes Seyit Onbaşı’nın sözlerini
dinliyordu. Onun gibi bir askere sahip oldukları için gurur duyuyorlardı. Sabah
olduğunda düşman gemilerinin gölgeleri, sulara derin bir karaltı düşürmüştü.
Seyit Onbaşı’nın en sondan önceki mermisi henüz sırtındaydı. Hayatından en
sondaki toptan ağır olmayan bu top mermisini kaldırırken sırtındaki her kas bağırıyordu,
ama o susuyordu. Ta ki, mermiyi topa yerleştirip namluya döndürene kadardı.
“Sonsuzluğa bir selam olsun!” dedi Seyit, dişlerini sıkarken.
Ve topu ateşledi.
Düşmanın devasa zırhlısı, okyanusta, sarsıldı. Seyit ve
Mehmet, patlamanın yankısı içinde birbirlerine baktılar. Mehmet gülümsüyordu.
Sıcak bir gülümsemeydi; umudun, birlikteliğin ve fedakârlığın sıcaklığı. O gün
Çanakkale’de sadece bir gemi değil, bir milletin yüreği de ayakta kalmıştı. Seyit
ve Mehmet gibi askerlerin hikâyeleri, gelecek nesillere birer umut ışığı olarak
kalacaktı. Çünkü onların savaştığı yer, yalnızca düşmanla değil, korkuyla,
umutla ve gelecekle savaştıkları bir yerdi. Patlama sesleri göğü delip
geçmişti. Okyanusun sarsılan gövdesi ufka doğru çekilirken Seyit Onbaşı,
zaferle karışık bir mahcubiyet içinde namluya yaslandı. Çünkü o top mermisini
kaldırdığı ellerde, milletin kaderini taşıdığını biliyordu. Mehmet yanı başında
heyecanla nefes alıp veriyordu. Çocukça ama gurur dolu bir sesle,
"Başardık!" diye bağırdı.
Karargâha dönüp sırtlarını yere verdiklerinde kısa bir
sessizlik çöktü. Bu sessizlik, patlayan topların gürültüsünden daha ağır
geliyordu. Bir süre sonra Mehmet, Seyit’e dönüp usulca sordu:
“Onbaşı, biz şimdi kazandık mı?”
Seyit, derin bir nefes aldı. “Mehmet,” dedi, yüzüne
yaşanmışlıkla dolu bir tebessüm yerleşirken, “Biz bu sabah kazandık. Ama zafer
dediğin, her yeni sabah yeniden kazanılır.”
Mehmet bu sözlerin derinliğini anlamaya çalışırken, bir başka
asker karargâha girip onları selamladı. “Onbaşı, düşman çekiliyor, ama geri
dönecekler,” dedi endişeyle. Seyit’in yüzü hiç değişmedi. O zaten bunu
biliyordu. Yüzünü askerlere döndü ve onların gözlerine baktı.
“Yarının sabahı yine burada olacağız. Herkesin bir savaşı var;
kimi yüreğinde, kimi tüfeğinde. Bizimki de burada, Çanakkale’de. Ne zaman ki bu
topraklardan düşmanı kovarız, işte o zaman rahat uyuyacağız.”
Askerler, kararlılıkla başlarını salladılar. Seyit, ayağa
kalktı ve tüfeğini omzuna astı. Diğer askerler de kalktı, sessizce komut
bekliyorlardı. Çünkü biliyorlardı: Zafer, yalnızca savaşarak değil, sabrederek
ve inançla kazanılırdı. Gecenin yıldızları, bozkırın üstüne serpilmiş gibiydi.
Seyit, gökyüzüne baktı ve içinden sessiz bir dua etti. Bu savaşı kazanmaya adanmış
bir milletin duaları dağ gibi sırtındaydı. Onu taşıyan şey yalnızca fiziksel
kuvvet değil, bu duaların verdiği manevi güçtü. Sabahın ilk ışıkları,
karargâhın derme çatma tahtalarını aydınlatmaya başladığında askerler yine
yerlerindeydi. Seyit Onbaşı, mermisini taşıyacak omuzlarında milletin inancını
hissediyordu. Ve bilerek ilerliyordu: Bugün yine yarındı. Ötesi, milletin
kanında ve ruhunda yazılıydı.
Gün aydınlanmaya başladığında, denizin sesi karargâhın dört
bir yanını doldurdu. Bu, düşmanın tekrar yaklaşmakta olduğunun habercisiydi.
Seyit Onbaşı, çadırın dışına çıktı ve ufka baktı. Bir an için denizin
sakinliğinde kayboldu; ama biliyordu ki bu sessizlik, fırtınanın tam öncesiydi.
Askerler sırayla hazırlıklarını tamamlıyordu. Mehmet, Seyit’in yanına yaklaştı.
Henüz toy bir askerin heyecanıyla sordu: “Onbaşım, bu ağır olan top mermisini kaldırabilir
misin? Bu diğerinden daha da ağırdır.” Seyit, Mehmet’e döndü ve yüzünde derin
bir anlam taşıyan bir gülümsemeyle cevap verdi: “O mermiyi omzumda taşımamı
sağlayan, sadece kaslarım değildi. O gün milletimin duası ve inancı
omuzlarımdaydı. Bugün gerekirse yine kaldırırım; çünkü biliyorum ki, yalnız
değiliz.”
Bu sözler, etraftaki tüm askerlere umut verdi. Bir milletin
yükünü taşımanın sadece fiziksel bir güç olmadığını anladılar. Bu duygu, her
birine birer kahraman olduklarını hatırlattı. Savaşın başlamasıyla top sesleri
yeniden duyuldu. Seyit Onbaşı, bu kez genç Mehmet ile birlikte top başındaydı.
Düşmanın ateşi gittikçe daha da şiddetleniyordu. Seyit’in gözleri, uzaklardaki
düşman gemilerine odaklanmıştı. Mehmet, Seyit’in gözlerindeki kararlılığı
görünce içinden “Biz kazanırız inşallah” dedi. Yeniden o dev bir mermi Seyit “ya
Allah Bismillah” diyerek omuzlarına yükledi. Her bir adımı, yerden yankılanan
bir titreşim gibiydi. Mehmet, Seyit’in yanında topu hazırlıyordu. Sonunda mermi
namluya yerleşti yiğitler yiğidi serdarı Seyit Onbaşı.
“Hazır mısın Mehmet?” diye sordu Seyit. Mehmet bir an
duraksadı, ama sonra başını hızlıca salladı. Seyit gür sesiyle emir verdi:
“Ateş!” Patlayan top, Çanakkale’nin kaderini o an yazdı. Düşmanın en ön
cephesindeki zırhlı gemilerden biri ağır yara aldı ve geri çekilmeye başladı.
Karargâhtaki askerlerin sevinç dolu naraları, patlamaların arasında yankılandı.
Ama Seyit’in yüzünde yine o sakin ama derin ifade vardı. Mehmet, heyecanla
Seyit’e sarıldı: “Başardık Onbaşı, yine başardık!” Seyit, genç askerin başını
okşadı ve hafifçe gülümsedi: “Evet Mehmet, bugün de başardık. Ama unutma, bu
topraklar bizden sadece cesaret değil, sabır da ister. Her gün yeniden
başarmamız gerek.”
Ufukta düşman çekiliyor gibi görünüyordu, ama Seyit
Onbaşı’nın dediği gibi, her sabah yeniden yazılması gereken bir mücadele vardı.
O mücadele, yalnızca o gün Çanakkale’de değil, milletin yüreğinde devam
ediyordu, vesselam.
Mehmet Aluç