ŞİİR TADINDA
Yorgun
argın geldim işten. Yalnız başıma kalıyordum, benimle kader paydaları bulunan bu
pansiyonda. Yorgunluğumun ağırlığını daha da hissediyordum merdivenleri
çıktıkça. Sigara öksürüğüm, yankılanıyordu loş merdiven boşluğunda. Kokun
galebe çalıp bastırıyordu rutubet kokusunu. Teselli etti beni merdivende
tebessümle karşılaman. Gamzen davet ediyordu beni yukarıya. Kırk yaşımda olmama
ve öksürüğüme iğnelemelerde bulunmana hiç aldırmıyordum onun için. Fakat
gözlerimden kaybolup gidiverdin az sonra.
Üstümü
değiştirip uzandım yatağa. Bir damla uyku girmedi gözlerime. Tavanı ve kat kat
boya yemiş duvarları seyretmekle meşgul oldum. Bundan sıkılınca yatakta bir sağa bir sola dönüp durdum, bazen de
değiştirdim yatış yönümü. Pencereden semayı seyrediyordum. Bembeyaz bulutlar,
kızıl ufukları davete çoktan hazırlanmışlardı. Bu da kâr etmeyince yere oturdum
ve sırtımı yasladım kalorifer peteğine.
Dalmıştım.
Her dalışımda ayrışmış gibi fakat aynı mecrada süregelen âlemlere açılan
daracık pencerelerin önünde buldum kendimi. Ege’nin zeytin yaprakları arasından
önce gözlerime akseden, gönlüme Menderes gibi kıvrıla kıvrıla ulaşan ve sonra
da yüreğimin ta ortasındaki kara çadıra bir dolunay gibi doğan bir mâh
gibiydin. Ege Medeniyetlerinin verimli topraklarından çıkan süt beyaz
heykellere benziyordun. Ama ben sana bu benzetmeyi yakıştıramadım. Çünkü
onların ruhu yoktu. Bunlar da yetmedi. Ege’nin nesimi meltemlerinden bir nefha
gibi sıyrılarak yüreğimi çepeçevre kuşattın ve bana ılık bir sıcaklık menbaı
sundun. Bazen sararmaya yüz tutmuş bir resim, bazen de ter ü taze bir bahar
gibi canlanıverdin gözlerimin önünde. Çünkü bazen seni gözümde canlandırmakta
zorlanıyordum. Bazen de saçlarınla, parıltılı yüzünle, ışıltılı gözlerinle
sararan yapraklar gibi dökülmüyor ve zemheri kış da olsa toprakla yeksân
olmuyordun.
Ağlıyordun…
Hem de için için ağlıyordun. Bense çok acizdim, perişandım bu melâlin ve
hâlet-i ruhiyen karşısında. Ben gözyaşlarını silen bir el, bir mendil olmak
istiyordum. Çünkü sana ancak böyle dokunabilme ümidim vardı benim. Ama
heyhat!.. Uğurlamaların yapıldığı, ellerin sallandığı vedalaşmaları hiç
sevmezdim ama seni bu şekilde uğurlamak istiyordum işte ben. Ama sen, buna dahi
hiç açık kapı bırakmadın bana.
Bu
âlemde hicrân ateşini ilk yakanın sen olmadığını bilmeme rağmen bunu bir nebze
olsun kabullenemiyor, lime lime olmuş yüreğime söz geçirmekte zorlanıyordum.
Çünkü yanıma sokulduğunda başka diyarları gezeceğimize neredeyse peymân
vermiştik. Ama şimdi vuslatı, uzaklara sürgüne hapsediyor, beni de bu keşmekeş
şehirde bir rintliğe mahkûm ediyordun.
Çok
dağınıktın bu günlerde. Zihnin dağınık, hayallerin dağınık, bakışların bana
karşı dağınıktı… Belki de bir şeylerden kaçmak istiyordun. Belki de kendi
kaçışına kendince mühür vurabileceğin çıkış noktaları arıyordun. Belki de
gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu ağlardım, dememek için kaçıyordun.
Benden gözlerinin bana umut çiçeklerini sunmasından içtinap etmek için
kaçıyordun belki. Belki de mekân değişikliğinde ferahlık vardır, deyip kendini
avutuyordun.
Kâh
kaygılarınla, kâh gözyaşlarınla, kâh umutsuzluklarla mahmûl bakışlarınla meçhul
bir diyara gitmeden önce hayat ve meslek tecrübelerimi kağıtlara alelacele
yazıp eline tutuşturduğumda memnuniyetini kerelerce dile getirmiştin. Bir
süreliğine oradan dönüp yanıma geldiğinde senin kendi gözlemlerini benim
yazdıklarımdan biraz azâde olduğunu fark ettiğimde ben kendi kendime Haşim gibi
“Şehirler geceleyin parıldayan ışıklarıyla uzaktan hoş görünür.” diyordum.
Bir
kuş olup iyice kabullenmiştin buralardan yâd ellere uçmayı. Belki de kendini
kandırıyordun. Bense senin kader noktasında şüphelerini izâle etme adına
çırpınıyordum. Bazen seni bu noktada ikna ettiğim noktasında şüphelerim de yok
değildi. Ama burada çok güzel bildiğim bir şey giriyordu devreye:
Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde
Gidiyorum kokun hâlâ üzerimde
Bu mırıldanışıma
hiç eşlik etmedin ve sadece “Aynen öyle!” demekle iktifâ ettin. Korkmadan
gerisini ben tamamladım. Hediye ettiğim kalemi memnuniyetle aldın. Kitabı da
öyle… Kitap için hem bedenen ve hem de kâlen teşekkürün beni çok mesrûr etti.
Kitaba yazdığım sunuşumu okumaya başlayıp “Ben, bunu sonra evde okuyayım sakin
kafayla.” deyip bırakman okuyacağın noktasında şüphelerim ve tereddütlerim
vârit oldu bende. İnşallah okumadan bir yerlere fırlatıp atmamışsındır, benden
intikam alırcasına. Senden tek dileğim budur.
Kısa
süreli dönüp geldiğinde kalemimi hediye olarak istemen duygularımı ve
umutlarımı bir kere daha coştursa da içimden “Hep alıyorsun. Bir kez olsun sen
de bana bir hatıranı bıraksan olmaz mı?” diye feryat ediyordum. Avuçlarımda
sadece canlandırmakta zorlandığım hatıraların olacağını, bazen bunlarla
avunacağımı da biliyorum ama bunların sabun köpükleri gibi kaybolmalarından
büyük endişe duyuyordum.
Ruhum
daralıyor bazen. Ne yapabileceğim noktasında nâçardım. Ne tarafa koşuştursam
karanlık ve çıkmaz sokaklar… Ufuklar da bazen karanlıktı. Yine de zayıf bir
noktadan yarmak istiyordum karanlıkları. Ben de başımı alıp gitmek istiyordum
senin gittiğin diyara. “Ya beni de götür, ya sen de gitme!” diye feryâd u figan
ediyordum kendimce. Buna cesaretim var mı onu da bilemiyordum işte! Ama kalpten
kalbe uzanan bir yol, kaderin bizi tekrar bir yerde buluşturma gayreti inancım
buna bir nebze olsun merhem olabilir kanaatini taşıyordum.
Niçin
gidiyorsun, sorularıyla doluydu kafamın içerisi. Sorular karmakarışık bir yumak
misaline bürünüyordu bazen. “Bana kim Favorotti diyecek?” diye soruyordum
kendime. “Bana lanet olası sigarayı kim bıraktıracak?” diye soruyordum kendime.
“Bana çok rahat birisin diye tatlı tatlı kim hitap edecek?” diye soruyordum
kendime. “Koşu parkurunda bana kim el sallayacak?” diye soruyordum kendime.
“Senden on üç yaş büyük olduğum için eller duyar söz olur, diye mi benden
kaçıyorsun?” diye sordum kendime. Galiba senin ben bu yaptıklarınla teselli
pınarlarında avare avare dolaşacağım. Elimde bir resmin olsa… Ben baksam, onda
sana doya doya. Öpsem ve kalbime koysam defalarca defalarca…
Dalıp
gitmiştim bu kadar hayal, düşünce ve hatıra satırları arasında. Ağlamak
istiyordum. O kadar doluydum ama birkaç damla gözyaşı zor süzüldü
yanaklarımdan. İrkildim birden. Kapı vurdu çünkü. “Oda görevlisi!..” Şimdi ani
bir frenle durmanın hiç sırası mıydı canım? Kahvem gelmişti. Türk kahvesi
canım! Kahvemi yudumlarken kalanların peşinden sürüklenir giderim diye
düşünüyordum. Acaba gerçekten öyle olur muydu? İkinci kahveyi de istedim. Henüz
kendimi teskin edemedim çünkü.
Nereye
baksam seni görür gibi oluyordum. Biraz hava iyi gelir diye pencereden dışarıyı
seyrediyordum. Sanki sen, bana doğru geliyordun. Gözlerinin içine içine
bakıyordum ben. Çünkü bu güne kadar gözlerinin rengini hep kahverengi olarak
bilirdim. İşte ilk kez gözlerinin yeşil olduğunun farkına vardım. Baktıkça
bakıyor, fakat doyamıyordum. Gönülden gönüle bir şey akıp gidiyordu yüreğimde.
Koşsak birbirimize eski Türk filmlerindeki gibi Çobanköprüsünde.
Olmadı
tabii. Bir nokta koymanın zamanı gelmişti belki. Hem de son bir noktanın… Sen
poetikamı yansıtan bir şiirsin ve hep şiir tadındasın. Dileğim odur ki her
zaman böyle kalasın. Ben neyim ya da bu şiirin neresindeydim? Bunu hiç ama hiç
bilemiyordum şu anda. Bari bu şiirde bir mahlas olayım.
Hüseyin
ÜSTÜNSOY