TEKİR’İN SONU

 

 

 

Eşimin “Kocacığım! Kocacığım! Çayın!..” sesiyle bir-den irkildim. Bir an dalıp gitmiştim, bir daha dönülmesi çok zor o günlere, çocukluk günlerime. Eşime Karadeniz’de gemilerimin batmadığını ispatlamak için kendimi konuşma mecburiyetinin şiddetli bir tazyiki ve tasallutu altında hissettim. Çünkü “Yok bir şeyim.” demem, onu ikna etmede yetersizlik ve acizlik versiyonunu sergilemişti. Şiddetlenen “Anlat! Anlat!..” ısrarlarına ve merakına fazla karşı koyamadım.
 
- Yeğenimin az önce ortaya döktüğü o kadar oyuncağın arasında gözüme civciv takıldı. Çok güzel yapılmış ama ruhu ve canı yok. Bu civciv, çocuklara hoş bir eğlence olurken zamanı geri çevirerek bana çocukluk yıllarıma ait bir anımı hatırlattı. Bir rüzgâr gibi sürükledi beni geçmişime, dedim.
 
Eşimin yüzüne baktım. Olayın gerisini merak eden bir yüz hattı ve gözleriyle karşılaşınca bana kırmızı bir gül niyetine hafif bir tebessüm gönderdi.
 
- Hadi anlatsana canım! Beni çatlatmaya niyetin var her halde, dedi bana eşim.
 
Ben, kaldığım yerden tekrar başladım anlatmaya:
 
- Çocuktum. On yaşlarında falandım her halde. Irmak kenarında dolaşırken beyaz bir yığına herkesin üşüştüğünü gördüm. Oraya vardığımda bu yığının bir sürü yumurta olduğunu fark ettim. İçlerinde civciv olduğunu, kırılanların içinde morlaşmış bedenleri görünce anladım.
 

- ...

- Kadın, çocuk, yaşlı… Herkes bir yerlerine bunlardan dolduruyordu. Ben de karınca kaderince aldım biraz. Eve geldim. Annem bunları görünce “Nereden buldun bunları?” diye sordu bana. Ben çalmadığıma onu ikna ederek durumu anlattım anneme. Ama o, yine de araştırmış; benim söylediklerim acaba doğru mu, diye. Doğru cevaplar alınca ikna olmuş tabii ki.
 

- ...

- Uzun lafın kısası, bunlardan bir zaman sonra civcivler çıktı. Çocuk aklı bu ya, civcivler daha çabuk çıksınlar diye yumurtalardan bazılarını ben kırdım. Hiç yaşarlar mı? Öldüler tabii ki de.
 

Eşim:

- Onlar vakitleri dolmadan yaşarlar mı hiç, diye sorarak güldü bana.
 
Ben, aynı şeyi tekrarlamamak için kaldığım yerden tekrar devam ettim:
 
- Kalanlar, zamanla büyüdü. Ben onlara güzel bir kafes yaptım. Onları besliyordum, dolaştırıyordum. Yeşillik yerken onları seyretmeye bayılıyordum. Bir süre sonra onlara hastalık geldi ve birkaç tanesini telef etti.
 

- ...

- Sağ kalanların içerisinde gri-beyaz gözenekli bir civcivim vardı ki onu bir başka seviyordum. Ona her nedense ayrı bir itina gösteriyordum. Kafesin kapağını, yukarı kaldırılanlardan yapmıştım. Bunları bir gün dolaştırmaya çıkartırken kafesin kapağı elimden çıktı. O esnada çıkmakta olan bu civcivimin boynuna düştü. Hayvan, can havliyle acıdan zıplayıp durdu. Her ne kadar uğraştıysam zavallıyı kendisine getiremedim. Çok üzüldüm, ağladım... Kendimi suçlayıp onun ölümünden hep kendimi sorumlu tuttum. Yüreğimin parçalanması ve gözyaşlarım, onu geri getirmeye yetmedi. Diğerleri de zamanla öldü.
 

- ...

- O günden sonra bütün aşkım, şevkim, heyecanım kırılıverdi. Bizim birkaç tane tavuğumuz vardı. Onlara yem bile vermiyordum, benim elimden ölürler diye.
 
O esnada kapının zili çaldı. Gelen Gülizar Teyze’ydi. Kendisine çay ikram edildi. Yüzünde kırışıklıklar oluşmuş, yıllardır çektiği nefes darlığı sıklaşmış, gözleri çukurlaşmaya ve gözlerinin altlarında torbacıklar oluşmaya başlamış, dişlerinden bazıları onu terk etmişti.
 
Kocası nerede eski püskü bir araba varsa onları bulur, kendi ilkel imkânlarıyla bir güzel elden geçirir ve sonra da satardı. Kırmızı, önden uzun bir demir parçayla çevirerek çalıştırdığı bir minibüsü vardı ki onu hiç unutamıyordum.
 
Üzerimden sıkıntılı bir hatıramı bir yerlere fırlattığımı düşünüyordum ki çocukluğuma tekrar bir dönüş yaptım. Bu kadıncağızın bütün uğraşlarına rağmen hiç çocuğu olmamıştı. Çocuk sevgisini hiç tadamamışlardı. Kar beyaz ağırlıklı, gri rengi de bulunan kedisi bunu birazcık olsun bastırtıyor, hafifletiyordu. Nereye giderlerse gitsinler, o da hep yanlarındaydı.
 
Yıllar, yılları kovaladığından akıbetini çok merak ettim. Kendisine hemen onu sordum. Kadıncağız, önce derin bir nefes almaya çalıştı. Sonra da bu derin nefesini kontrol ederek:
 
-Ahh!.. Oğlum! O öldü, dedi.
 
Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. “Ne? Öldü mü?” Kadıncağız bir iç daha çekerek:
 
-Yaaa!.. Öldü. Çok akıllıydı zavallı. İnsan aklı vardı onda. Nereye gidersek gidelim, yanımızda gelirdi hep. Hiç ayrılmazdı bizden. Tuvaleti bilirdi. Yatağımızın üzerine çıkıp yatmayı çok severdi. Bir yaramazlık yaptığında veya yatağın üzerinden onu kovduğumda bir çocuk gibi hüzünlenir ve yine bir çocuk gibi süt dökmüş kediye dönerdi mübarek!.. O zaman Rafet Abi’ni o karşılardı ilk önce.
 
Tekir’e insan deyiminin yakıştırılmasına eşim ve ben güldük. Eşim, Tekir’i benim kadar tanımadığın için tebessüm goncalarıyla “Gerçekten öyle miydi?” diye sordu Gülizar Teyze’ye. Kadıncağız, ikna etmek için başını ona çevirerek:
 
- Gerçekten öyleydi kuzum! Bir insan aklı vardı onda. Balkona güvercinleri kesinlikle yaklaştırmazdı. Güvercine doymuştu. Rafet Abi’nin işten geleceği saati bilirdi. O saat geldiyse kesinlikle tutamazsın onu. Kapıları tırmalar dururdu. Bir çocuk gibi “Aç kapıyı!” der gibi ağlayarak yalvarırdı. Ondan sonra madenden dönen Rafet Abi’ni karşılamaya... Kar, yağmur dinlemezdi. Üstüne atlar, onu azarladıysam ya da dövdüysem beni ona kendi lisanıyla şikâyet ederdi.
 
Ben, hemen atıldım ve “Tekir’in ölümü nasıl oldu?” diye sordum. Kadıncağız, bir an duraksadı. Anlattıkları, sanki bir ölünün arkasından onu yâd etmek edasıyla geliyordu:
 
- Hayvana pire dadandı. Yeğenim Zülfiye, Rafet Abi’nin aldığı ilacı talimatına göre kullanmamış. Ona hepsini sürmüş. Hayvancağız, can çekişe çekişe üç günde öldü. Evladını yitirmiş ana ve baba gibi kahrolduk, ciğerimiz parçalandı. Gözyaşlarımız yeşertemedi onu. Ama hâlâ yüreğimizde yaşıyor. Unutulamaz o, unutulmaz...
 
Odada kadıncağızın hüznünün tazelenmesi nedeniyle bir sessizlik fırtınası koptu. Kadında birkaç damla gözyaşı sessizce yürüdü. Hâlâ süren şaşkınlığımın arasında da olsa, eşimle birlikte bir insanın hüznünü paylaştığımız için çok mutluyduk.
 
Tazelenen çayların kaşık sesleri, hüzün bulutlarını birazcık dağıttı. Teselliye devam ettim. Kedilerin bazen “nankör kedi” lakabını hiç de hak etmediklerini, Ebu Hüreyre’nin bile bir kedi dostu olduğunu, Peygamber’imizin bu dostuna bu ismi “Kedilerin Babası” anlamında verdiğini anlattım onlara.
 
Ben bir ölünün ardından olduğu gibi belleğimin bir yerlerine gömülmüş onunla ilgili hatıralarımı, gözlemlerimi yattıkları yerden hiç zorlanmadan kaldırmıştım. Gülizar Teyze ise tazelenmiş hatıralarıyla yüreğindeki yaraları deşerek beni tasdik eder gibiydi. Benden aldığı cesaret yeteneğiyle aynı şeyleri anlatmaya tekrar başladı. Gözlerindeki nemler, bu sefer kendilerine yer bulamamıştı.
 
Bu arada çay faslı da bitti. Eşim, ortalığı toplarken ortaya:
 
- Bugün, hayvan muhabbeti iyi oldu yani, dedi.
 
Gülizar Teyze, çok meraklandı bu sefer. Eşim bir çırpıda anlatıverdi konuşulanları.
 
Gülizar Teyze:
 
-Demek öyle oldu ha! dedi.
 
-Sen haklısın galiba, dedi eşimi de tasdik eder gibi bir mahiyette.
 
- Hayvan deyip de geçmemek lazım. İnsana insandan daha yakın bir canlı, kuzum, diyerek sürdürdü Gülizar Teyze konuşmasını.
 

Hepimiz başlarımızı sallayıp tasdik ettik onun bu cümlelerini. Oda, bir cenazeye yas tutan hane halkı gibi sessizlik girdabına tekrar kapıldı. Ardından da yarım bıraktığı sessiz dansı sürdürmeye kaldığı yerden devam etti.

 

HÜSEYİN ÜSTÜNSOY

( Tekirin Sonu başlıklı yazı REİS-1 tarafından 16.08.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu