GECENİN RENGİ
Hava, ayaz olduğu için tir tir
titriyordu soğuktan. Başını sokabileceği bir sığınak yoktu ne zamandır. O da
istiyordu sıcacık bir yuvasının olmasını. Sızlanmayı bırakıp direnmeliydi
hayatın sert, acımasız ve insafsız rüzgârlarına karşı. Sıkılmıştı, neredeyse el
etek çekilmiş bu sokaklarda avare avare dolaşmaktan. Yine de saptı sokağın
birine, kuytu bir yer bulurum umuduyla. Umut, garibanın ekmeğiydi nasıl olsa...
Sokağın sonuna kadar gelmişti ama
başını sokabileceği bir sığınak bulamamıştı hâlâ. Soğuk, kendisini daha da
hissettiriyordu. Çaresizce bakınıp durdu sağına soluna. Bir hâl çaresi, bir
çıkış noktası arıyordu kendisince. Soğuk, sokağın sonuna doğru yüzünü daha da
ekşitmişti.
Sokak lambaları da
söndüğü için göz gözü görmüyordu artık. Gözlerini kapatır gibi yürüdü karanlık
sokağın üstüne üstüne. Az ötede ince ince kıvranan, haşin rüzgâr estikçe
üşüdüğü belli olan ve kendisini her şeye rağmen davet eden, yanan bir ateş gördü.
İçine kıpır kıpır bir sevinç doğdu birden. Oraya eli boş gitmenin hoş bir şey
olmayacağına karar verdi. Eline birkaç çalı çırpı ve karton parçası geçti.
Artık gönül hoşnutluğu içerisinde gidebilirdi bu ateşe doğru.
Birkaç genç, kümelenmişti ateşin
etrafında. Yanmasalar, ateşin içerisine girecekmiş gibi bir halleri vardı.
Onları biraz kalabalık gördüğünden onların yanlarına gitmekte tereddüt
soluklandı, çekingenlik esvabını giydi kat kat.
Gençler, ondaki bu
durumu okumakta gecikmediler. Aralarına katılması için ona hem seslendiler ve
hem de elleriyle işaret yaptılar. O, kendisini yine de davetsiz misafir kabul
ediyor; tereddüt ve çekingenlik kimliğinden bir türlü sıyrılamıyordu. Nasıl sıyrılabilecekti
ki bu halinden? Çünkü onların kim olduklarını ve kendisine nasıl
davranacaklarını bilmiyordu hiç. Fakat muhakkak sıyrılmalıydı bu halinden, gitmeliydi
yanlarına, sokulmalıydı onlara. Çünkü soğuk, iliklerine kadar işlemişti.
Utana sıkıla sokuldu yanlarına. Başını
da sallayarak selam verdi onlara. Hiç de garipsemediler onu, bastılar
bağırlarına. Kanları ısınıvermişti birbirlerine bir anda. Önce ellerini ısıttı
kıvrıla kıvrıla dans eden ateşte. Bir bir tanıştı yeni arkadaşlarıyla.
Etrafını didik didik
araştırmaya başladı. Bir köşede eski püskü yatak ve yorgan, küçük bir tüp
gözüne çarptı. Burası terk edildikten sonra harabeye dönmüş bir yerdi. Tam orta
yerinden bir yıldırım yemiş, muhtelif yerlerinden ağırlığa dayanamamış, zamana
direnemeyerek iyice yenik düşmüş, yer yer bir insan gibi hançerlenmiş fakat
bütün bu acizliklerine rağmen bu gençlere kucak açmıştı.
Ersin’le Turan bu
günlerinin genel durumunu özetliyor, muhasebesini yapıyorlardı. Fethi, arada
bir iş bulup kazandığı parayla uyuşturucu illetine müptela olmaması konusunda
tembih ve telkinlerde bulunuyordu Kemal’e. Konuşmaların seyri, o gelince biraz
sekteye uğradı. Turan, aralarına bu gece yeni katılan arkadaşına:
- Adın ne birader?
-
Serdar benim adım.
-
Nerelisin sen?
-
Konyalıyım.
-
Şu Mevlana’nın şehrinden mi? Küçük kubbesi yeşil boyalı gibi.
-Evet!
Evet, oradanım.
Bir kere daha sekteye uğradı
konuşmalar. Turan, Serdar’ın getirdiği yakacakları da attı ateşin içerisine.
Ateş, şimdi kor halindeydi. Tavlanan ateşte iyice ısınıyorlar, arada bir de
gözleriyle birbirlerini kontrol ediyorlardı sanki.
Serdar, annesinin bir
anlık gafleti sonucu gayr-i meşru ilişkisinden doğmuştu. Babasını hiç
tanıyamamıştı o yüzden. Annesi, bu adamı kendisiyle evlenmeye ikna edememişti
uzun bir müddet. Adam, ortalıktan da kaybolunca alnındaki bu kara lekeden
kurtuluşu, Serdar’ı terk etmekte bulmuştu.
İşte o gün, bu gündür
sokakların bir parçası olmuştu Serdar. Annesinde bulamadığı sıcaklık ve
şefkati, mecburen sokaklarda arar olmuştu. Bulabilmiş miydi, bulabilecek iydi?..
Serdar, hayatından küçük kırıntılar anlattı arkadaşlarına ilerleyen zamanda.
Ersin:
- Desene sen, köprü altı çocuğuyum ben,
dedi Serdar’a.
Bu laf ortamı bir anda gerdi,
Serdar’ın da başını önüne eğmesine sebep oldu. Serdar kızardı, bozardı, sustu,
yutkundu… Sabır ve tahammül göstermeye çalıştıysa da bunda başarılı olamadı.
Sonunda kan beynine sıçramıştı Serdar’ın.
- Sen, ne diyorsun
lan! Ağzından çıkanları kulakların duyuyor mu senin, diye bağırdı Ersin’e.
Elektriklenen ortamı,
Turan teskin edebilmek için gayret ipine sarıldı.
-
Ersin! Ersin!..
-
Misafire karşı konuşmalarına dikkat et Ersin!..
-
Hem sen, biliyor musun nasıl vücuda geldiğini? Bilmeden sağına, soluna sataşma!
Konuşmalarına dikkat et bir daha! Anlıyorsun beni değil mi?
Ersin, Turan’ın konuşmalarından sonra
utandı, sustu ve başını önüne eğdi. Turan, elini Serdar’ın omzuna koydu. Onu teskin
etmeye çalışıyordu. Kızgınlıktan nefes alıp vermeleri hızlanmıştı Serdar’ın.
-
Serdar!
-
Serdar!..
Sanki
onu duymuyordu Serdar. Ne kadar da doğru
konuşmuştu Turan. Çünkü her biri, sokakların çocuğuydu. Her birinin hikâyesi
ayrı olsa da sokakların çocuklarıydı onlar. Her birinin hikâyesi ayrı olsa da
hepsi de ötekileştirilmiş, örselenmiş, itilmiş, horlanmıştı onlar…
-
Peygamberimiz, bildiğim kadarıyla şöyle diyor: “Çocuk, kimin yatağında doğmuşsa
ona aittir. Annesiyle babasının günahından mesul değildir. O, masumdur.”
Serdar, bu güne kadar hiç duymamıştı
böyle bir sözü. Kendisine ilginç gelen, masumiyet müjdeleyen, kendisini temize
çıkartan bu söz karşısında kulaklarına inanamamış olmalı ki bu hadisi tekrarlamasını
istedi Turan’dan. Çünkü kendisini teselli eden bir pınara koşmuştu bu sözle
yıllardan sonra. Yıllarca kafasını kurcalayan, içini kemiren bir konuda hem
tatmin olmuş, şüphelerini izâle etmiş, hem de bu güzel söz karşısında
sakinleşmişti. Artık utanmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildi.
Böyle bir damga yese
de buna tahammül edebilirdi artık. Bu arada kaşla göz arasında Kemal, gözden
kayboluverdi. Onun bu durumunu Fethi fark etti ilk önce. Anlamıştı onun
müptelası olduğu bir illetin peşinden koştuğunu. Demek ki tam olarak anlatamamıştı
ona bu illetin ne gibi akıbetler doğuracağını. Bir sorumluluk feryadıyla:
- Kemal, diye bağırdı.
Fethi’yle Turan, Kemal’in arkasından
nasıl fırlayarak koştuklarını anlayamamışlardı. Serdar, şaşırıp kaldı bu durum
karşısında. Gözleri, yuvalarından dışarıya fırlamıştı şaşkınlığından. Kemal’i
bir köşede bulup ateşin yanına getirdiler bir çırpıda. Demek ki kazandığı
parayla uyuşturucu almıştı Kemal. Allah’tan bunu kullanmasına mani olmuşlardı
Kemal’in.
Turan, ateşin
içerisine attı uyuşturucuyu. Kemal sus pus olmuş, yakalanmış bir suçlu edasıyla
başını eğmişti. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı bir müddet. Paniğin,
koşuşturmanın ateşi sönüvermişti bir anda. Her şeye hamile olan bu gece,
Allah’tan sağa sola sıçrayan kıvılcımlar nedeniyle yangın çıkmamıştı.
Fethi, ateşi
karıştırdı son kez. Ateş “Az sonra ben de söneceğim.” diye feryat ederek son
durumunu haber veriyordu onlara. O esnada bir karaltı belirdi gerilerde.
Karanlıkta gelenin tam olarak kim olduğunu seçememişlerdi. Gelen, mahallenin
berberi Raif Efendi’ydi. Fethi’yi kendisine tıraş olmaya geldiği için
tanıyordu. Onun burada bir yerde kaldığını da biliyordu o yüzden. Bu dondurucu
soğukta çok merak etmişti onu. Çünkü vicdanı bir başka sızlamıştı bu gece.
Elinde sefer tası da vardı.
-
İyi akşamlar gençler! Nasılsınız bakayım? Sıcak yemekler getirdim sizlere.
Hava, buz gibi soğuk… Ateşiniz de sönmek üzere. Yemeğinizi yiyince kalkın, bize
gidiyoruz. Burada kalamazsınız bu gece. Maazallah donar, ölürsünüz. İtiraz
mitiraz istemiyorum. Anlaşıldı mı, dedi onlara Raif Efendi.
Hiçbiri,
bu teklifi reddedecek durumda değildi. Dara düştükleri bu gece, Hızır gibi
imdada yetişmişti Raif Efendi. Eve yürürken onlara iş bulacağını, kalacak yer
de ayarlayacağını söyledi bu babacan adam.
Gecenin başka rengi
de varmış demek ki… Gecenin rengi de değişirmiş demek ki… Gecenin mavi rengi de
varmış demek ki… Yarına Allah kerimdi.
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY