ZAVALLI KURBAĞA
Çocuklar sokak ortasında oynuyorlardı. Çizgi oynayanların “Yandın! Yanmadım!”, kaçak polis oynayanların da “Dur! Kıpırdama!” haykırışları, misket oynayanların “Ben birinciyim. Sen ikincisin.” tartışma ve bağırtıları bütün mahalleyi ayağa kaldırıyordu.
Çocuklar, uçsuz bucaksız hayallerini
kahramanlarla renklendiriyorlardı: “Ben Cüneyt Arkın!.. Ben Karaoğlan!..” Acaba
hayallerindeki bu kişiler gibi olabilecekler miydi, sürprizlerle dolu hayatta?
Bu yaz günü öğle sıcağından kaçanları
uyandırdıkları için çatılmış kaşlarla, ekşimiş yüzlerle karşılaşıyorlardı. Onlardan
kızgınlığa, nefrete bürünmüş sözler işitiyorlardı. Gözleri bu kişilere kayan
birkaç çocuk, kendilerini büyük kişilerle özdeşleştirme yarışı yapan
arkadaşlarını sürprizli, maceralı fakat alışılmış şeylere karşı uyarmalarına
rağmen yüksek ayarlı konuşmalar devam ediyordu.
Arkadaşlarını ikaz edenler de bir süre sonra
diğerlerine uymaya başlıyorlardı. Sabrı en çok taşan, çocukların oynamalarını
hiç istemeyen Leyla Hanım idi. Zavallı çocukların çekmediği şey kalmamıştı bu
kadından. Kızgınlığını yatıştırmak, çocukları susturmak için eline kaptığı bir
kova suyu, balkondan çocuklara serpiyor, bir yandan da bağırıp çağırıyordu.
Islanma tehdidiyle karşılaşan çocuklar,
kendilerine yeni bir eğlence bulmuşlardı artık. Bu yüzden oyunlarını bile
bırakmışlardı. Ona kimi dilini çıkartıyor, kimi bağırıyor kimi küfür ve
tehditler savuruyordu. Aslında bu davranışlarıyla eskisinden daha fazla gürültü
çıkartıyorlardı.
Kaşları çatılan, çocukları boğmayı bile
düşleyen Leyla Hanım, kovasını tekrar doldurup geldi. Bu eğlenceyi çok seven
çocuklar bir ıslanmaya, bir geri çekilmeye devam ettiler. Bu, iki askeri gücün
yenişememesi gibi bir şeydi. Sonunda bir taraf dayanamayarak pes ediyor ve
geriye çekiliyordu.
Bununla yetinmeyen Leyla Hanım, üzerlerine
kaynar su dökmekle tehdit etti. Yenilgiyi kabullenen çocukların peşlerinden
koşmaya başlıyor, ardından çocukların aileleriyle kavgaya tutuşuyordu. Şimdi
çocukların gürültülerine bir de ailelerin kavgaları ilâve olmuştu.
Bu geri çekilme ve kavgalardan sonra bazı
çocuklar acıktıklarından, bazıları da yeni bir eğlence bulduklarından
dağıldılar. Yaşlı, uzun boylu, aksakallı fakat bu kadına nazaran çok iyi,
çocuklara şaka olsun diye onları balkondan hortumla sulayan Cavit Amca, onları
kaçırtmıştı.
Nuri, Recep ve Yüksel yıllardır imkânsızlık yüzünden
bir türlü yapılamayan evin beton zemininde oyunlarına devam ettiler. Fırında
çalıştıkları için odun kesmeleri gerekiyordu. Yorgunluklarını atmak, yarım
kalan oyunlarını sürdürmek için burası onların en son mekânı olurdu.
Şişman, saçları sarı, kırıcı ve kaba biri
olan Yüksel, yakaladığı bir kurbağayla oyunun seyrini bozdu. Yüksel, bir ip
bularak kurbağayı ayaklarından inşaat temelinin demir çubuklarına bağladı. Nuri
ile Recep, ona yardımda geri durmadı.
Zavallı kurbağa, başına gelecekleri
düşünemiyordu. Daha önceleri bir arabanın lastikleri altında can verenleri,
yılanlara yem olanları görmüştü. Kendisine reva görülen bu farklı ve garip ölüm
tarzı karşısında iri olan gözleri, şaşkınlıktan yuvalarından fırlamış gibiydi.
Kurbağa, çocuklara “Ben sizlere ne yaptım ki bunu bana reva gördünüz?” der gibi
bakıyordu.
Şaşkınlıkla etrafına bakınıp dururken
kırılmış cam şişeleri, iri iri taşları fark etti. Taşlanabilirdi, kendisine
şişeler atılabilirdi. Fakat bu bağlanmak da neyin nesi oluyordu? Kurbağa, bunu
bir türlü çözemiyordu. Zavallı kurbağa, bu beton zindanda iplerle bağlı olduğu
için hareket edemeyecek ve hain ellerin atacağı iri taşlara, cam şişelere hedef
olup ölecekti.
Önce Yüksel, avucundaki taşlardan birini sol
eline aldı ve kurbağaya attı. Taş, isabet etmedi.
Nuri:
- Sen vuramadın. Sıra bende, dedi.
Nuri’nin fırlattığı taş, kurbağanın karnının
tam ortasına isabet etti. Kan süzüldükçe haykırışlar, pis sırıtışlar o nispette
artıyordu. Recep’in attığı son taş, kurbağanın bütün acılarını ve çektiği
işkenceyi topyekûn ifade eden son “Vıraaak!” sesini çıkarttı. Zavallı kurbağa, bu
sesten sonra son nefesini verdi.
Sadist ruhlu üç çocuk, pis gülüşlerine ve
sevinçlerine devam ediyordu. Yüksel, onların büyüğü olmasına rağmen onlara iyi
bir örnek olacağı yerde...
Bu olup bitenleri biraz zayıf, sessiz,
çevresinde efendi olarak tanınan, oyunlarda “Karaoğlan” lakabını sürekli kullanan,
bu lakabı kullandığı için yaşlı bir ayakkabı tamircisinden bravolar ve
aferinler alan Fatih, seyirci kalmak zorunda kalmıştı.
Fatih, kendi kendine “Ben büyük olacaktım ki
onlara günlerini gösterirdim.” dedi. İçinde sızlayan vicdan yarasını, teskin
edemedi. Yaramaz çocuklar, kurbağanın yanından ayrılmasına rağmen Fatih,
zavallı kurbağadan gözlerini alamadı. Hüznünü, çaresizliğini ancak bu şekilde
ifade edebilmişti.
Fatih, bu olaydan çok etkilenmişti. Gündüz
yaşadığı bu şok, Fatih’in rüyalarını bile işgal etmişti. Onun sessiz kalışını,
vicdan sızısını ifade eden ve yanaklarından süzülen ince gözyaşları… Bir bardak
suyla yanında bekleyen annesine bunları anlatmasına rağmen deniz gibi kabaran
vicdanını bir türlü susturamıyordu.
Keşke zavallı kurbağa da onun bu halini
görebilseydi ya da hissedebilseydi...
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY