Eski günleri yâd etmek,
dostlukların, dostlarla yaşananların doğal bir uzantısı ve hoş bir paylaşım
ortak dile gelen…
Birlikte geçirilmiş o değerli
anların hoş bir tezahürü; bir bakıma güne yansıması ve geçmişin bu günle ve
gelecekle olan kardeşliği kısaca.
Yaşadığımız mekânlar
askı itibariyle dört duvardan oluşan beton yığınları, somut olarak. Ne kadar
yalın bir tanımlama değil mi: Beton, çimento ve demir yığınından oluşan bir
barınak, diğer deyişle. Ya, dâhil olduğumuz sosyal gruplar: İnsanların belli
bir amaç için bir araya geldiği insan toplulukları. Ya, bu tabir ettiklerimizin
manevi boyutu nedir… İşte, asıl gizem burada gizli; yaşanılan yer ya da bir
parçası olduğumuz ortam neresi ya da ne olursa olsun, birlikteliklerle ruh
kazanır, adeta canlı bir organizma gibi dile gelir ve bize verdiği haz ve
mutluluk kelimelerle izah edilemez. Kişinin algılaması farklı bir boyut
kazanır, yaşadıkları, hissettikleri hiçbir şeyle ölçülemez ve ömür boyu
unutulamaz. Seneler sonra bile, uzun zaman uzak kalsak dahi, hafızamızdan
silindiğini farz etsek de; bir parçası olduğumuz o ortamlar ve gruplar bizi
hala çağırmaya devam eder, fısıltılarını her daim duyarız. Düşünmekle bile
yaşadıklarımızı, şaha kalkar duygularımız. Anılarımız daha ilk günkü tazeliğindedir,
biz ne kadar yaş alsak da, içimizde muhafaza ettiğimiz o kimlik bizle beraber
sonsuza kadar yaşar.
Hele ki, birlikte
dirsek çürüttüğümüz sıralarda bizimle beraber olan kim varsa sevdiğimiz… O
kadar diridir ki yaşanan o günler: Ortak sevinçleri, zorlukları paylaştığımız,
el ele büyüdüğümüz kadim arkadaşlarımız.
Çocukluk anıları, okul
yılları bir başkadır. Biz ne kadar sahip çıksak da, o günlere sadık olmayanlar
canımızı yakar.
İlkler önemlidir insan
için: İlk paylaşımlar, ilk adımlar, ilk yenilgiler ve ilk aşklar…
Benim gibi, geçmişine
sıkı sıkı bağlı olanlar için altın değerindedir geçmiş zaman; zorluklar,
mutsuzluklar yaşanmış olsa da: Kim bilir, belki de saf ve temiz duygularımız
henüz kirlenmediği için, bir başkadır geçmişte kalan ne varsa. Kim bilir, belki
de yanılıyorumdur; zira az da ihanete uğramadım hani geçmişte, tıpkı bu gün
olduğu gibi. Sanırım sevmenin ve duygusallığın, saf tabiriyle eş değer
tutulması, bende o günlerden kalan bir izdir. Hani, bu yüzden kendimi az aptal
hissetmemişimdir. İnanmak, bağlanmak, dürüst olmak, kolay incinmek ve sevmek
nedense hep bir zayıflık olarak addedilmekte. Olsun, ben seviyorum ya kendimi
her halükarda, umurumda değil.
Sıkça öğütlenir: ‘’Geçmişi
geride bırak, önüne bak’’, diye: Tamam, kötü olan ne varsa kalsın geride; ama
ya, yaşanan güzellikler, masumiyetler, çocukça yapılan ne varsa: Bunda ne
kötülük ya da yanlışlık var ki: Ben, mutlu olduktan sonra. Üstelik
kişiliğimizin şekillendiği, pedagojik yönden önemli bir süreç.
Hatırlanmak istenenler
ya da unutmak istenen ne varsa, algılamada seçicilik ile de ilintili olabilir:
Aslında, bunu çözmek zor, bireyin ruh hali, zaafları, unutmak istedikleri ile
de ilgili olabilir: Kim belir, belki de detaylı bir psikanaliz gerekebilir; derin
mevzu kısaca…
En kötüsü, yaşananları,
birliktelikleri beraber anacağımız kişilerin çok ama çok uzakta olması. Tamam,
şartlar, zaman mefhumu, gayeler çok farklı bir boyutta ama eski dostları arıyor
insanın gözü yine de. Oyunlar oynadığımız okul bahçeleri, yolunu gözlediğimiz
platonik aşklarımız, bunun heyecanını yaşadığımız ortamlar ve paylaştığımız en
yakın arkadaşlarımız; sınav streslerimiz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz dersler,
bizi çıldırtan kurallar ve daha neler neler… İçimizdeki çocuk nerede,
içinizdeki çocuk nerede; ben benimkiyle yaşayıp gidiyorum halen; o kadar da
vahim değil, canım, her zaman olmasa bile, arada sırada nefes alıyorum, eski güzel
günleri düşününce; yoksa bu hayat koşuşturmasında mümkün mü, mutlu olmak: En
azından benim için…
Herkes yaşadığını
bilir; ama ara sıra da farklı bir ışık lazım insana; farklı bir perspektiften
yakalamalı günü, geleceği, geçmişi ve geçmişe duyulan özlemi.
Dünü, dünde bırakmak,
çoğumuz için bir ilke, kabul ediyorum. Hayat her zaman adil davranmıyor.
Yaşadıklarımız ya da yaşayamadıklarımız, sevdiklerimiz, kavuşamadıklarımız,
yılgınlıklarımız, zaaflarımız, ihtiraslarımız, ihtiyaçlar hiyerarşisinde
ulaştığımız ya da ulaşamadığımız seviyeler… Tümü o kadar etkili ki, hayatı
algılayışımızda.
Dinamizm, motivasyon,
eğitim, maddi beklentiler, kişiliklerimizin oluşumunda etkin olan unsurlar,
aile yapısı, dostluklarımız, dostluklarımız boyutu hatta ve hatta yetersiz
olduğumuz ne varsa. Dün ile bu günü birleştiren köprü çok sağlam ve dengeli
değilse, bu, geleceğimizi ve şu an bulunduğumuz noktayı büyük ölçüde
etkilemekte. Doğru kararlar alamayabiliriz, seçimlerimiz hatalı olabilir ve
hayallerimiz farklı bir gidişat sergileyebilir.
Elimizde kalan güzel
anılar değil midir bizim şekillenmemizde pay sahibi olan, ya da eski
dostlarımız değil midir ortak paylaşımlardan tat aldığımız. Yeni olan hangi
duygu aynı tadı verebilir ki. Her duygunun yeri ayrıdır ve özeldir. Yeni
insanlar, yeni ortamlar asla bir mazeret teşkil etmez güzel anları, güzel
anıları unutmamızda.
Sevgiyle, hakkaniyetle,
özlemle anılan her güzel şey, ışık tuttuğu gibi günümüze, gerilerden esen ılık
bir meltem gibi farklı bir tat bırakır ağzımıza. Ve unutamadığımız yoksa sadece
benim mi unutamadığım eski dostlar, çağırır uzaklardan tıpkı o şarkıda olduğu
gibi:
Unutulmuş birer birer
Eski dostlar, eski
dostlar
Ne bir selam, ne bir
haber
Eski dostlar, eski
dostlar
Hayal meyal düşler gibi
Uçup giden kuşlar gibi
Yosun tutan taşlar gibi
Eski dostlar, eski
dostlar
Unutulmuş isimlerde
Bilinmez ki nasıl,
nerde
Şimdi yalnız resimlerde
Eski dostlar, eski
dostlar
Sevmek, düşünmek ve
hatırlamak bir suçsa evet itiraf ediyorum: ’’Ben bir suçluyum ve hala da insanlardan
umudunu kesmemiş olan iflah olmaz bir aptalım.’’
Ne yapabilirim ki:
Suçum sevmekse, çekiyorum zaten cezasını. Ve çekmeye de devam edeceğim.
Sevgiden mükellef, müebbet hapis cezasına çarptırıldı kalbim. Temyize gitmeye
de niyetim yok asla.
Eski dostlara selam
olsun, o günlerin ve yaşanmışlıkların anısına…