Doğru ya da yanlış…
Hangi açıdan ya da hangi perspektiften bakıyorsanız yansıyan görüntüye şüphe
yok ki; bu tamamen sizin gerçeğinizdir. Kısaca öznel bir yaklaşım ya da
yordadığınız tamamen size özel.
Bununla birlikte
değişmeyen tek gerçek; olayın ya da durumların asla ve asla eleştirme hakkına
sahip olmadığınız daha doğrusu hiç birimizin böylesi bir hakkı kendimizde
bulmamamız gerektiği.
Konuyu açmak gerekirse,
özel hayatlar sadece kişiye aittir ve dairdir. Neden mi bunun savunmasını
yapıyorum?
Ne değişir ki sizce
kendi bakış açımı getirsem üstelik tam da bu noktada? Kısaca hepimiz artı ve
eksisi ile fani kullarız. Hangimizin yanlışı ya da günahı yok ki. Bir o kadar
da gerçek dışı onca söylem. Ne mükemmel olabiliriz ne de dünyanın en iyi
insanı. Bir diğer nokta ise, savunduğumuz hakikatlere ne derece itibar
ettiğimiz.
Sevgili Mevlana’nın yüreğe
dokunan o bakış açısına sahip olmak keşke mümkün olsa tam da dediği gibi:
‘’Gerek yok her sözü laf ile beyana… Bir bakış bin söz eder, bakıştan
anlayana…’’
Manadaki ahenge bakar mısınız…
Ne kadar naif bir anlatım ve tespit ama gerçek anlamda anlayana…
Bakıştaki duruş ve
ışıltı bile farklı aksetmekte aynı yüzümüzden yansıyan ışık gibi ya da o
karartı yüreği boğan. Zira bakışında bile nur olmayan sayısız insan bu güzelliği
bile köreltmekte. Körelmez mi içten dışa yansıyan yerden yere vuruyorsa bir
diğeri.
Biz insanlar nasıl
varlıklarsak, önce kendi ayıbımızı örtüp karşımızdakinde aramaktayız kusur diye
addettiğimizi. Önce durup düşünelim bakalım, yüreğimiz dediğimiz kadar saf ve
aydınlık mı…
Güneş gibi olmak varken
sevgide neden kara bulutlarla getiririz karanlığı ya da neden bu kadar
kırıcıyız. Kırıldığımızdan mıdır bu yakan yıkan öfkemiz sevgisizliğimiz midir
karşımızdakini hor görmeye yönelten?
Ya fiziken olmasını arzu
ettiklerimiz. Hep surette kalan o yanılsamalarımız. O günlerden ulaşıp dokunmuş
anımıza oysa: ‘’Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, manaya
bak.’’
Arayışlarımız ne ölçüde
yadsınabilir ki hele ki, arayışımız nihayetlenmek bilmiyorsa. Zira bunun bile
ters geldiği nice insan var. Hz. Mevlana yüzyıllar öncesinden beyan etmişse
olmaz mı bir bildiği: ‘’Ne arıyorsan kendinde ara. Kişinin değeri nedir?
Aradığı şeydir!’’
Eğer ki dünya, onun
deyişiyle; uykudaki kişinin gördüğü rüya ise o zaman var mıdır bu rüyanın bir
sonu ya da o rüya ertesi durağımız neresi olacaktır…
Mademki bu denli anlam
ihtiva ediyoruz biz insanlar mümkün mertebe kırıp dökmeden ve en saf halimizle
var olmalıyız dünya denen bu âlemde. Ne yazık ki bitmek bilmez hırslarımız, tekrarladığımız
o bitimsiz hatalar nasıl da uzaklaştırmakta bizi maneviyattan. Bilakis adım
adım yaklaşmak gerekirken an geliyor sarf ettiğimiz yalanlara bizler bile
inanıyoruz.
Yapılmaması gereken ne
varsa nasıl da içten pazarlıklı bir tutumla tükürdüğümüzü yalıyoruz.
Sevgiden, sevmekten ve
sevilmekten bahsederken bir anda kırdığımız nice kalp.
Evet, oldukça
çetrefilli yaratılışlarımız var. Bir elimizle inşa ederken bir sözümüzle de
yerle bir etmekteyiz gönülleri.
İstikametini
değiştirmiş binlerce mefhum hele ki sapılan yalan yanlış yollar ve niyetler
nasıl da nifak sokuyor gönül gözümüzle irademizin arasına.
Belki de en acısı,
kendi ayıbımızı görmeden alabildiğine ayıplamak ve yerin dibine sokmak kimi
istersek. Ne de olsa savunulan bir düşünce anında yandaş toplamakta. Şekere
üşüşen sinekler gibi kuru kalabalıktan öteye geçmeyen onca yoz insan ve mefhum.
Neyi tasavvur ederseniz
edin. Bir bakın bakalım önce kendinize. Doğru diye savunduklarınıza aslen
muktedir misiniz?
Aşka bile ulaşamayan
fakir gönüller. Aşkı eliyle yıkan haris gönüller ya da baş aşağı eden o nefis
denen canavar.
Değerli düşünürün şu
sözüne bakar mısınız:
‘’İnsaf et, aşk güzel
iştir. Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi insanlardaki tabiatın kötü
niyetli oluşundadır. Sen kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın. Hâlbuki
şehvette kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok uzundur.’’
O nadide kelimenin
telaffuzundaki incelik ve naif aktarım adeta akan zamanı durdurmakta.
Çok mu uzağındayız
aşkın tahminimizden çok öte yoksa bir o kadar yakın mı duruyoruz bu nadide ve
özel duyguya. Açılımı belki de şu vecizede kendini belli ediyor:
‘’Uzakta olsan da
yanımda olmalısın daima; unutma gerçek aşk sevdiğini anınca yanmak… Yandıkça
sevdireni anmaktır…’’
Onca bahşedilmiş
güzellik nasıl ki Yaratan’ın takdiri bize düşen sadece koruyup kollamak
içimizdeki saflığı ve masumiyeti her ne kadar günümüz itibariyle saf ve masum
tabirleri anlamını yitirmiş olsa da.
Ne çok değeri yitirdik
akabinde ne çok şeyi. Ne gelirse aklınıza: Güven, samimiyet, yalın sevgi ve
demin de dillendirdiğimiz gibi o eşsiz mefhum ‘’aşk’’…
Sonu gelmez
ihtiraslarımız ve bitip tükenmez istek ve arzularımız. Hatta gıyabında
konuştuğumuz biçare insanlar ki haberleri olmadan nasıl da yerden yere
vurmaktayız haz etmediğimiz insanları.
Hiç mi sızlamaz
vicdanlarımız, hiç mi hicap etmeyiz kendimizden, hiç mi yordamayız benliğimizi
bir yandan onca acı ve kırıcı sözü sarf ederken…
Sahip çıkmamız gereken
ve bize ait bir diğer mefhum ise dilimiz. Nasıl da anlam ve ifade bulmuş:
‘’Ey dil, sen tükenmez
bir hazinesin hem de dermanı bulunmaz bir dertsin. Bu dil, çakmak demiri ile
çakmak taşı gibidir. Dilden sıçrayıp çıkan söz ateşe benzer.’’
Yüzyıllardır kabul
görmüş tüm bu öngörüler aslında içimizin bir yansıması ve olması gereken ve ne
yazık ki bir o kadar uzağındayız tüm bu öğretilerin.
İstediğimizi yapalım ya
da istediğimiz hangi hayatı yaşıyorsak yaşayalım da ama önce dönüp bir bakalım
kendimize. İstediğimiz kadar saklayalım tüm menfi yönlerimizi ya O’ndan da
saklayabiliyor muyuz yoksa sakladığımızı sandığımız gibi bir yanılgı mı bu
içine düştüğümüz.
İnsan olmak adına ve
insan kalabilmek için kalbimizi de ruhumuzu olabildiğince eş güdümlü tutmalıyız
tabii ki zekâmızın ve algılarımızın yardımıyla. Sığınıp sığınacağımız tek güç O
değil mi her daim yolumuzu aydınlatan…
Aydınlık gönüllere
kavuşmak ümidiyle. Unutmamalı ki; her karanlık kendini sonlandıracak şafağın
tohumlarını içinde taşır. (Dante Alighieri)