‘’Çocuğunun olması
mümkün değil. Olsa bile hayati risk var hem senin hem de çocuk açısından.’’
Defalarca duymuştu bu
cümleyi Fatma Kadın üstelik kaç doktor söylemişti benzer cümleleri hem de
suratına. Kabullenmemenin yanı sıra taş oturmuştu kadının yüreğine. Gitmediği
doktor kalmamıştı. Bilirdi çok sağlıklı bir insan olmadığını ama çocuk sahibi
olmak bir ukde olarak kalmıştı içinde.
Kocası kabullenmişti
hem de en baştan beri. Ne de olsa kıymetlisi idi karısı onun. Yeterlerdi
birbirlerine ama analık dürtüsü öylesine ağır basıyordu ki.
Yetmedi gittiği
doktorlar hastane hastane dolaşmaya devam ettiler. Aynı senaryo, aynı replikler
ta ki Osman hocaya yolları düşene kadar. Yıllarını vermişti mesleğine, nice
umutsuz kadın onun sayesinde bebek sahibi olmuştu. Zoru başaran bir uzmandı
alanında ve riski almayı göze alan ve en az Fatma Kadın kadar cesaretli ve gözü
pek.
Etraflıca bir kontrol
ve sayısız tahlil sonucu gülümseyerek baktı Osman Hoca Fatma Kadının yüzüne.
‘’Mademki bu kadar
isteklisin ve gözünü karatmışsın dayanacaksın her türlü ihtimali göze alıp ve
dayayacağız sırtımızı Yaratan’a. Sıkı bir takip altında olacaksın hamileliğin
boyunca ve gıkın da çıkmayacak. Doğumda ben bulunacağım ve Allah’ın izniyle nur
topu gibi bir evladın olacak. Yine de temkini elden bırakmayacağız. Anlaşıldı
mı?’’ demesiyle kadın ellerine sarıldı doktorun.
‘’Allah razı olsun
beyim, Allah ne muradın varsa versin.’’
Her türlü sonuca
hazırlıklı oldukları sürece adım atmışlardı artık. Uzun ve başarılı geçen bir
tedavinin ardından doğuma gün saymaya başlamışlardı. Ağır ve sorunlu bir
hamilelik geçiriyordu Fatma Kadın. Aylarca yatağa mıhlanıp kalmanın ötesinde
pır pırdı yüreği. Ama tek bir şikâyette dahi bulunmuyordu da. Yaşadığı her şey
değerdi karnındaki bebeğin sağ salim dünyaya gelmesi için.
Sayılı gün her ne kadar
çabuk geçer, dense de dokuz ay ona adeta dokuz yıl gibi gelmişti. Her geçen gün
güçten düşüyordu kadın. Mecali öylesine azalmıştı ki. Yine de kötü ihtimalleri
akıllarına getirmemeye çalışıyordu karı koca. Sürekli telkin ediyordu
kendine,’’Dayanmalısın’’ deyip. Ağrısız sızısız tek günü dahi geçmezken bu
sefer de doğumu gecikti kadının.
Doktorlar artık duruma
müdahale etmek durumunda kalmıştı. Mecburen acilen sezaryene alındı kadın.
Yapılan acil müdahale ile pembe beyaz, ceylan gözlü dünyalar güzeli bir bebeği
oldu ailenin. Lakin tüm gücünü emmişti annesinin dokuz ay boyunca. Bebeğini
sağlıklı doğurup görevini yerine getirmişti kadın ve bir kez daha görmeden
ceylan gözlüsünü açamadı gözlerini yeniden. Ne kocasıyla vedalaşmıştı ne de
yavrusunu koklamıştı. Doktorlar ellerinden ne geldiyse yapmışlardı ama kadının
yorgun vücudu artık dayanamamıştı.
Dünyalar güzeli bir
bebekti, parlayan gözleri ile annesine o kadar çok benziyordu ki. Bu parlaklık
babasının aklını başını aldı ve Işıl koydu evladının adını.
Her şeyiydi Işıl
babasının ve adam kızına annesinin doğumda öldüğünü söylememeye yeminliydi.
Kızından saklayıp saklayacağı ilk ve son sırdı bu. Annesine hasret büyüyecekti
ama en azından kendinden nefret etmeyecekti doğum sırasında annesi öldü diye.
Dünyanın en güzel ve en
şirin bebeğiydi Işıl. Babasının her şeyi idi artık. Pamuklara sarıp sarmaladı
biricik kızını. Bir dediğini iki etmiyordu kızının. Büyürken bir şeyler ters
gitmeye başladı akabinde. Önceleri aldırmıyordu babası. Ama aklı erdikçe Işıl,
babası anladı bazı şeylerin ters gittiğini. Diğer çocuklar cıvıl cıvıl iken
farklıydı Işıl onlardan. Fazlasıyla sessiz, içine kapanık ve bir o kadar
düşünceliydi. Uzağında dururdu diğer çocukların.
Derken farklı doktorlar
farklı tanılar koydu Işıl’a. İnanmadı adam önceleri ve itiraz etti hepsine
birden. Kabullenmek bir yana isyan etti hepten. Ters giden ne varsa komşular da
kasaba halkı da farkındaydı her ne kadar dillendirmeseler de.
Kulağına gelen tüm
söylentileri duydu adam. Kimi, deli dedi. Kimi geri zekâlı diye çıkardı Işıl’ın
adını.
Oysa hepsinden akıllı
ve duyarlıydı Işıl.
‘’O benim meleğim ve
kimseler incitemeyecek meleğimi.’’ deyip kol kanat gerdi kızına.
Aylar ayları yıllar
yılları kovaladı ve büyüdü Işıl Bebek. Son zamanlarda babasına çok fazla soru
sorar olmuştu. Mütemadiyen annesinin nerede olduğunu soruyor ve bir türlü bunun
cevabını alamıyordu babasından.
Nihayetinde dayanamadı
adam ve çıkıverdi ağzından:
‘’Anneni deniz aldı
kızım.’’ Demesiyle çıktı işin içinden.
Akıl erdirememişti Işıl
aldığı bu cevaba yine de fazla üstelemedi.’’Elbet vardır babamım bir bildiği’’
deyip sessizce kabullendi.
Gün ve gün aklı
devşirdikçe içine bir kurt düştü Işıl’ın: ‘’Mademki annemi deniz aldı o zaman
aldığı gibi geri verecektir.’’ Diye bir sonuca vardı aklınca. Bu sefer çok
derin düşüncelere daldı. Fikri sabit bir vaziyette dönenip duruyordu artık.
Huzursuzdu, içi kıpır kıpırdı ve eskiye oranla çok daha düşünceli ve içine
kapanık.’’Bir yolu olmalı geri gelmesi için’’ diyordu da başka bir şey demiyordu
için için.
Babası uyurken ve gün
henüz doğmamışken evden çıkıp sahile indi. Dalgalar kıyıyı döverken duyduğu
sesi hiç duymadığı annesinin sesine benzetti o gün. Kulağına öylesine hoş
gelmişti ki duyduğu bu ses. Sanki uzaklardaki annesi onu yanına çağırıyordu.
Gün ağarmadan eve döndü o gün. Ve alışkanlık haline getirdi bu davranışını
zaman içerisinde. Babası uyurken evden çıkıyor, sahile inip annesiyle konuşuyor
ve uyanmadan babası gerisin gerisin dönüyordu evine.
Uzun bir süre böyle
devam etti bu. Ne babası biliyordu ne de çevreden onu gören vardı. Bu, sadece
Işıl ve annesinin paylaştığı bir sırdı artık gözlerden uzak.
Koca yaz böyle geçti o
yıl. Rahatı yerindeydi Işıl’ın kafasında yarattığı ve kimselerin bilmediği
dünyasında. Üstüne üstük iyiden iyiye inanmıştı artık annesinin onunla konuşup
yanına çağırdığına.
Zamanla daha da içine
kapandı Işıl öyle ki rüyalarında bile dalgalarla boğuşup dalgalarla
konuşuyordu.
Kışa şunun şurasında ne
kalmıştı ki. Ve hava koşulları gittikçe kötüleşti. Sabahları deniz kenarına
inip geri gelmek gitgide zor olmaya başlamıştı.
Nihayetinde çevre
halkından onu görenler olup merak eder oldular.’’Napıyordu bu kız sabahın
köründe deniz kenarında?’’
Babasının kulağına
gitti en sonunda. Zavallı adam hiçbir şeyden haberdar değildi de üstelik. Ve
öğrendiğinde olup bitenleri inanamadı önce. Kızı ise tek kelime dahi
söylememişti yaptıklarına dair. Ama farkındaydı adam ve öğrenmişti hele ki
kızını takip edip gözleriyle gördükten sonra.
Dayanamadı sonunda ve
patladı adam:’’Bundan sonra sana sahile inmeyi yasaklıyorum. Anladın mı?’’
Baba kız adeta
inatlaşıyordu karşılıklı. Söz dinlemediği gibi deli gibi ağlamaya başladı Işıl.
Annesini geri istiyordu
ve hala da inanıyordu geri geleceğine.
Dayanamadı adam ve
okkalı bir tokat attı kızının yüzünün tam ortasına. Neye uğradığını şaşıran
Işıl bir anda kesti ağlamayı.’’Tamam baba’’ dedi. ‘’Söz, gitmeyeceğim sahile.’’
Adamın içine sular
serpildi Işıl bunları söyleyince. Attığı tokada rağmen içi öylesine
rahatlamıştı ki. Demek ki kızı sonunda yola gelmişti.
O gece rahat bir uyku
uyudu adam. Dediği dedikti ne de olsa. Yaşlı ve yorgun bedeni yenik düştü
uykuya ve daldı çok derinlere ta ki…
Ta ki kapısı
yumruklanana kadar. Canhıraş bir telaşla açtı kapıyı. Bu saatte kapısı
çalındığına göre belli ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Kapıyı açtığında iki
jandarma eri ile karşılaştı. Sormaya korka korka mırıldandı. ‘’Ne oldu?’’
demeye kalmadan ellerindeki şalı gördü. Bu, Işıl’ın rahmetli annesinin yadigârı
idi Işıl her üşüdüğünde omzuna aldığı.
Oracığa yığılıp kaldı
adam. Göz göre göre ölümüne sebebiyet vermişti kızının. Oysa sadece üzülmesin
ve mutlu olsun diye söylemişti bu yalanı. Sadece annesinin ölümünden kendini
sorumlu tutmasın diye inandırmıştı kızını böylesi bir yalana.
Günler sonra kıyıya vurdu
Işıl’ın cansız bedeni. Ve akabinde annesinin yanına defnedildi.
İşte sonunda kavuşmuştu
hiç görmediği, hiç tanımadığı ama sesini duyduğuna kendini inandırdığı biricik
annesine.
O günden sonra ağzından
tek kelime çıkmadı zavallı adamın. Pejmürde ve sefil bir halde deniz ile
mezarlık arasında mekik dokudu hasret ve vicdan azabıyla yanarken. Sönmedi de
yangını onların yoklukları hayatını cehenneme çevirmişken.