Öğretmenlik
yaptığım yıllarda hayli zaman görüşmediğim bir arkadaşımla karşılaşınca, artık
klasikleşmiş hale gelen şu sözlere muhatap olurdum:
“Yahu
nerelerdesin? Yüzünü gören cennetlik.”
Böylesi
sorulara; şöyle cevaplarım olurdu çoğunlukla:
“Dostum,
benim dört adet mekânım var: Okul, ev, kütüphane, cami. Çok kısa süre için de
hemşehri lokalinde olurum. Beni bu mekânların birinde bulmak olası.”
Şimdi
koşullar değişti. Okul yılları geride
kaldı. Emekliyim. Sabahleyin mutat işlerimden biri internetle buluşmak oluyor.
Sanal âlemdeki dostlarımla selamlaşmak, edebiyat sitelerini ziyaret etmek ve
gazeteleri istemeden de olsa okumak artık terk edilmeyen bir davranış biçimim
oldu. Gazeteler! Gazeteler! İki zıt kutbun sözcüleri olmuşlar adeta…
Hısım
akraba, öğrencilerimden öte yazın dünyasından çok kıymetli dostlar edindim
sanal ortamda. Onların düzeyli paylaşımlarını izlemekle farklı güzellikler
yakalıyorum.
Sabahleyin
bir arkadaşımdan şöyle bir paylaşım okudum.
“En
çirkin yalan, çocuğa ve halka söylenen yalandır. Çünkü her ikisi de kolay
kanar.” Lort Braughan söylemiş beni hayli etkileyen bu sözü. Aklıma hemen
Hitler’in çok ünlü propagandacısı Goebbes’in şu sözü geldi.
“Öyle
büyük yalan söyle ki, herkes inansın.” Evet, bu sözü yazdım arkadaşımın
paylaşımının altına. Kültür düzeyine hayran olduğum arkadaşımda son olarak
“Babam ‘yalan zehirli yılandır’ derdi.” Diye yazdı.
Bu
yazıyı yazmaya itti bu kısa yazışma. Kahvaltı derken zaman ilerliyor. Önce yeni
görev var, beni bekleyen. Hafta pazarı kuruluyor. Teferruata kaçmadan anlatayım
Pazar yapmak gibi bir görev daha üstlendim.
Sisli
puslu bir gün. Mart ayı dert ayı derdi babam.1500 metre rakımlı köyümüzde mart ayında
çayırların yeşermesini, koyunların otlağa çıkmasını özlemle beklerdik. Ancak
nisanın ortalarında ilkbahar güneşi sırtımızı ısıtırdı. Marmara bölgesinde
farklı mı durum? Kocaman bir hayır. Kocaelili olup çıktık. Ağız tadıyla bir
ilkbahar yaşamadık geçen bunca yıl içinde denize sıfır ılıman iklimin yaşandığı
bu ilde de.
Pazardayım.
Henüz kalabalık oluşmamış. Az ileride benim çok kıymetli bir velim satıcıyla
konuşuyor. Yanına yaklaşıyorum. Selamlaşıyoruz. Velim Rus gelinlerden.
Erzurumlu bir yurttaşımızla evlenmiş. Özel okulda çalışırken kızını okuttum bir
yıl. Güzel Türkçemizi ilk tanıştığım zamanda bile yeterli düzeyde
konuşabiliyordu. Ülkesinde yükseköğrenim yapmış. Genel kültürü çok üst düzeyde
bir güzel insan. Başladı anlatmaya.
“Hocam,
tıpkı dört yıl önceki gibisiniz. Tıraşlı, düzgün kıyafetli ve sağlıklı.”
Teşekkür ettim. İltifatlar karşılıksız bırakılmazdı.
“Size birer kahve ya da çay ısmarlamak isterim”
dedim. Öğrencimi sordum. Beyi ile de tanışmıştık. Az ileride eşini bekliyordu.
Natalia adlı velim konuşmasına devamla şu sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:
“Hocam yalanı hiç sevmem. Hele tıraşlı haliniz
çok hoşuma gitti. Biliyorsunuz tek çocuğum var. Malum, on üç on dört yaşları
dönemi kızlar için farklıdır. Kızım biraz bocaladı. Lakin benim keşkelerim hiç
olmadı. Sürekli elim kızımın üzerinde… Durumu gayet iyi, derslerinde bir
sıkıntı yok.” Velimle vedalaşıp satıcıların arasına dalıverdim.
Güneş bulutların arasından azıcık tebessüm
ediyor. Az sonra huysuz yeni yetme âşıklar gibi küsüp kara bulutların arkasına
saklanıveriyor. O arada hiç sevmediğim rüzgâr başlıyor püfürdemeye. Çok kısa
sürede sebzedir, meyvedir, balıktır derken alış-verişimi bitirip eve geldim.
Haliyle terledim. Bir duş. Arkasından bir öykü kitabına sarıldım. Kitaplar,
bana hiç yalan söylemeyen dilsiz dostlarım. Hanım tahlil sonuçları için
hastahanede. Yalnızım. Kapı zili çalıyor. Gelen kim acaba?
Kitabımı bırakmama neden olan gerçek bir dost.
Bir alt dairede oturan eski komşum emekli edebiyat öğretmeni Birsen Hanım.
Elinde yüz lira. Özür dileyerek başlıyor anlatmaya.
“Bu para gün parası. Güne katılamadım. Parayı
geçen gün getireceğimi eşinize söylemiştim. Dün gelemedim. Çok üzgünüm. Yalancı
çıktım.”
“Aramızda sözü mü olur. Lütfen kendinizi
üzmeyin” türünden sözler ediyorum. Benim kadirşinas komşuma. Beyi Mesut Bey,
Fen Bilgisi Dersleri öğretmeniydi. Deprem günlerinde iki aile günlerce çadırımı
paylaşmıştık. Birsen Hanım aynı mahcubiyet içinde anlatmaya devam etti.
“Televizyonda artık haber dinlememeye karar
verdik Mesut’la. Koca koca adamlar her gün çıkıp dün söyledikleri sözlerin bu
gün tam tersi söylemelerde bulunuyorlar. Yalan dinlemekten bıkıp usandık. Az
önce söylediğim gibi parayı ödemeye dün için söz vermiştim. Yalancı çıktım…”
Hoca hanımın üzüntüsüne bilmem ki, ne demeli. Ne
kadar mahcup hali vardı.
Ben de bu güzelim ülkede söylenen yayanlardan
çok dertliyim.
Öğrencilerimle yalan olgusu hakkında kesin
sözümüz vardı. Karşılıklı sözleşirdik. Hiç yalan söz söylemeyeceğiz. Düz
mantıkla anlaşırdık. Yalan söylemek hoş bir durum değil. Yalana kim başvurur? Yalana
gereksinim duyan. Peki, görevimizi tam yaparsak yalana gereksinim duyar mıyız?
Hayır. O halde siz öğrenci olarak ben de öğretmen olarak görevlerimizi eksiksiz
yapmaya çalışacağız.
“Eğer benden yalan bir kelime duyarsanız. Hemen
uyaracaksınız. Uyarmazsanız size güvenim azalır.” Derdim. Mevlana’nın, “yemin
yalancının kalkanıdır” sözünü sınıfta çok seslendirirdik.
Yalancının mumu yatsıya kadar demiş atalarımız.
Lakin bu güzel ülkede yalana ne kadar çok başvuruluyor! Ne kadar çok yalanlar
duydu bu kulaklarım anlatamam. Oysa bizler yüzde yüze yakın Müslümanız
toplumuz. Müslüman, elinden ve dilinden kimseye zararı olmayan kimse diye
tanımlanır. Yalanın yanına bir de Allah’ın adını katmalar var ya. İşin acı
tarafı bu!
Geçen
gün gazetede okuyorum. Trabzonspor başkanı ile yapılan bir röportajı. Başkan anlatıyor:
“Bayern Münih Futbol Takımında futbol eğitimi
alan futbolcumuz Mehmet Ekici’ye soruyorum. Almanya’da neyi affetmezler?”
Mehmet cevaplıyor:
“Yalan söylememeyi.”
Evet, batıda yalan söyleyeni, sahte işler
çevireni hiç affetmezler. Yalana başvuranı dışlarlar. Teşhir ederler.
Almanya’da öğretmenlik yaptığım yıllarda halk otobüsünde gördüğüm bir sloganı
anımsadım. Otobüsün iç kısmında bir yetişkin fotoğrafı. Koluyla yüzünü
kapatıyor. Resim otobüse para ödemeden bineni işaret ediyor. Resmin altında şu
cümle yazılıydı.
“Ich bin ein esel. (Ben bir eğeğim!)
Benim güzel ülkemde ne çok yalanlarla
karşılaştım. Ne acılar, sıkıntılar yaşadım. Köyde ev yaptırıyoruz. Ağustosun
başları. Çatı bağlanacak. Ustalarla anlaştık. Kendi ilimizin insanları.
Düğünleri varmış. Bir hafta izin istediler düğünü yapıp dönecekler. Ay sonuna
çatımızın bağlanması gerekiyor. Okullar açılacak, seminerlere katılmam
gerekiyor. Düğün hayırlı iştir deyip ustalara paralarını önden ödedim.
Sevgili
hemşerilerim tam yirmi gün sonra döndüler. Kaç kez telefona sarıldım bir ben
bir de Allah bilir!
Kişisel olarak karşılaştığım yalanlar, saymakla
bitmez! Bir zamanlar sözlerine kandığım,
içtenliğine inanma gafletine düştüğüm yazar-çizer bireylerin yalanlarına
da muhatap oldum. Ruhum acıdı. Acılar da bizler için. Tüm bunlara karşı
yalansız yaşamak kadar bir güzellik tatmadım yargısını yaşamanın hazzıyla
mutluyum.
Seksenli yıllarda bir kez tepki oyu kullandım.
Adı önemli değil bir siyasi liderimiz televizyonda elinde kalem anlatıyordu:
“Sayın vatandaşlarım seçimi kazandığımızda
enflasyonu tek haneli rakamlara düşüreceğiz…”
Seçimi alacağı belliydi. İç sesimle şöyle seslendim.
Evet, oyumu sizin partinize kullanacağım. Lakin
sizin vaadiniz gerçekleşmeyecek. Yanılmadım. Yıllarca enflasyonla kardeş kardeş
yaşadık. Enflasyon sürekli Kabil, biz halk olarak hep Habil olduk.
Dönelim yazımızın başındaki söze. “Çocuk ve
halk yalana niçin kolay kanar?” sözünü çok kısaca irdeleyelim. Çocuk saftır, temizdir. Günah nedir
tatmamıştır. Tüm duyularıyla öğrenmeye bilgi hazinesini doldurmaya hazırdır
beyni. Ne verilirse onu alır. Evde büyüklerinden, okulda öğretmenlerinden
yalanın çirkin olduğunu öğrenirse yalanları katmaz yaşamına.
Halkın durumu farklıdır. İşte orada duralım.
Aydınlanma yaşamış halklar kandırılamazlar. Yalanlarla aldatılamazlar.
Aydınlanma yaşayan bireyler yurttaş olma bilincine ermiştir. Yurttaş olma
bilinci görev, sorumluluk ve haklarına sahip çıkma olgunluğunu kazandırır
yurttaşlara. Bu bilinç sayesindedir ki, aydınlanma yaşayan insanlar duydukları
sözleri ya da okudukları yazıları anlamaya çalışırlar. Akıl süzgecinden
geçirirler duyduklarını. Her söze hemen kanmazlar. Soru sorarlar. Tezlerin anti
tezlerini de araştırırlar. Nihayetinde sağlam yargılara ulaşırlar. İçi
doldurulamayacak hayallere kapılmazlar. Maalesef, okuyan ve tam aydınlanma
yaşayan toplum olamadık. Ülkemizde nüfusumuza göre çok az kitap basılıyor! Çok
az gazete okunuyor!
Yalanlara kanmayan bir toplum yaratmanın
çarelerini bulmak için gökyüzüne uydu fırlatmaya gerek yok. Yapılacak iş,
tutulacak yol belli. Her şey açık ve net. Okullarımızı en modern araç ve
gereçlerle donatmak. Çağın gereklerine göre öğretmen yetiştirmek. Basın yayın
organlarıyla insanımızı aydınlatacak yayınları artırmak. Yurtta ses getirecek
düzeyde halkı okumaya, aydınlanmaya teşvik etmek. Bilim insanlarımızın, şair ve
yazarlarımın özgürce çalışmalarına olanak hazırlamak.
Sözün
özü, küçük, büyük, iççi, işveren, köylü, kentli hepimiz bilim aydınlanma denen
değişimi, gelişimi yaşamalıyız. İnancım odur ki, işte o zaman yalanın “y” sesini
bile duymayız.