G/örgülü yalnızlığın üçüncü
yakasında, şehre sunduğum meşru kahkahamı kimseler şuh sınıfına sokmasın hani.
İçimdeki pencereye mağdur serçeler
konarken, adını anmadığım kötünün ve lanetin izi düşüyor üstüme ansızın.
Kıvamı koyu bir kan gibi ve
damarlarımda akmayı unutan şehla bir düş gibi…
Şehir meclisi yeni toplandı ve aforoz
ettiler kazanılmış mağduriyetimle bir bir didiklendi yüreğimin tarhı.
Kepaze düşlerin yorgun bekçisiyim
belki de şehrin asası.
İçimdeki diri hüzünle kucaklıyorum
şehri ve şehir de yetim başımı okşarken ben yeni hikâyeler örüyorum.
Kimliğimin derdinde olan ben değilim
ne de olsa içimdeki afakı müjdeledi ölüm belki dirilmeyi temenni ettiğim yine
yüreğin bataryasında zıt kutupların akımına kapıldığım.
Göğün minberi.
Yüreğin de sık sık zılgıt yediği.
Sanrıların gerçeğe dönüştüğü ayan
beyan ve göğün şafağına beslediğim hürmetle içimdeki yavru kuşları besliyorum.
Mavi gözlerinde sevdanın, şen olmayan
bakışlarla kundaklandı şehir ve kıramadığım kalemle kırılan yüreğimi
eşleştiriyorum.
Zamanın hangi boyutunda olduğum
tartışılır ve ben paralel evrenlerde gidip geliyorum.
Damarıma basan bir hümayun.
İpliği pazara çıkan kırık tekeri ikiyüzlü
dünyanın.
Saf tuttuğum insanlığımla iştigal ve
insani olmayan muamelelere maruz kaldıkça atıyor şafağım.
Sevgiden yana derdi olmayan kim ise ne
de olsa kindar bir düzende kirlenmemek adına da uzağındayım insanlığın.
Alt yazı geçerken hesaplıyorum yine
kaç ocağa yeniden ateş düştü, diye oysaki ateş peşinde sigara müptelaların da
umurunda değilken mütemadiyen geçen alt yazı.
Sorguluyorum illa ki insanlığımı.
Ufalıyorum sonra da içimdeki Ramazan
pidesini.
Elim titriyor ne zamanki göğün
kanatlarında ölüm meleğini görsem ve istifli acıların son bulmadığı ömrün
kıyısında kendi derdimi unutup memleket meselelerine dalıyorum.
Zamanın zembereği.
Aşkın da ibresi.
Bozuk atan bir nida.
Şen kahkahaları yeri göğü saran
ayyuka çıkmış şehvet.
Ölü toprağı serilmişçesine üzerimize.
Ve alt yazı akıp gidiyor.
Şu şehrin şu bucağında kaybolan çocuk
dere yatağında ölü olarak bulundu.
Derken bir çığlık duyuyorum ve
içindeki sükûneti kaybeden yaşlı teyze avaz avaz bağırıyor, çalındı, diye.
Çalınan ne çok şey.
Çalınan insanlık ve mazlumun yorgun
sesi.
Ya da sofrasını adam akıllı
donatamayan acılı bir baba üstelik günün üçte ikisini işte geçirirken aldığı
maaş bir ayın üçte birine bile yetmiyor.
Kabullenmek sahi ne zaman böylesine
kabul oldu?
Kundaklanan bir araba ve zemini kıyan
bir bina.
Derken göçük altında kalanlar.
Yetmiyor ve yetmiyor.
Adam akıllı bütçe yapıp yine de
denkleştiremiyoruz hesabı.
Asgari ücretin her kuruşu illa ki
cepten dökülüyor aslında yüzümüzden düşen bin parça ve ötekileştirilen insanlar
doyamıyor ayrışmaya.
Bölünen kesirli sayı gibi bölünüyoruz
ve yuvarlanıyoruz.
Tetikçi kimse artık.
Aslında sevgi deyip de çıktığımız
yolda nefretten yolda ve sınıfta kaldığımız.
Kötülük, derken bir diğeri; kötüyü de
sevmelisin diyor.
Lanetin biri bin para.
Kaybolan değerlerin hatırına
ilerliyoruz düşe kalka.
Pazar yoluna çıkmayı unutanlar.
Kimi ise aşk derdinde.
Kimi ise yetinmiyor eşiyle.
Kimse yetinmeyi bilmiyor.
Açık ara farkla ölüyor ve
öldürüyoruz.
Yorgun şehrin yorgun tebaası.
Hüzün çökmüşken İstanbul’a aslında
şehir tüm ülkenin hüznünü sırtlanmışken.