Kaldırım
taşlarının, güneşin kızıllığını üzerinde hissettiği bir öğle vakti; Güleryüz Manavının sıska çırağı; elinde beyaz
bir bez, elmaların tozunu alıyordu.
-İyi
sil oğlum! Parlasın!
-Siliyorum
usta.
-Aferin.
Git de iki çay kap gel. Bak Hasan amcan geliyor.
Çırak,
elindeki bezi bir köşeye atıp, fırladı. Terzi Hasan, manavın kapısından girer
girmez;
-Ooo
Hasan’ım! Hoş geldin. Gel bakalım, buyur. Dedi Manav.
-Hoş
bulduk. Ne var ne yok? Bir uğrayayım dedim.
-İyi
ettin. Valla ne olsun. Bildiğin, gördüğün
gibi her şey.
-Bizde
de öyle komşum bizde de. Sabahtan beri sadece üç tane pantolon paçası siparişi
aldım. Piyasa bir canlansa. Biz de iş
yapacağız da…
-Heh
Çay da geldi.
Dedi
manav, arkasına keyifle yaslanarak.
-Ustam!
-Söyle.
-Ustam!
Fatih abi dedi ki.
-Ne
dedi.
-Ustan
borçlarını ne zaman ödemeyi düşünüyormuş, bir sor bakalım dedi.
-Vay
edepsiz vay! Buradayız. Kaçıcı mıyız ki böyle haber etmeler falan. Ayıp etmiş. Gelip yüzüme söylesin ya! Ama yok, onun
ancak çoluk çocuğa gücü yeter.
-Aman
kardeşim, boş ver. Sinirini bozma. Değer
mi hiç bunlara? Dedi terzi.
Manavın
yüzü, tezgâhtaki elmalarla aynı rengi almıştı neredeyse.
-Tamam
tamam. Neyse. Ne diyorduk?
Tezgâhın
önüne yanaşan iki kadın müşteriyi gören çırak, hemen yanlarında aldı soluğu.
-Buyurun
ablalar!
Kısa
boyludan az biraz uzunca, tombul yanaklarından yaşama sevinci fışkıran, güleç
kadın;
-Oğlum!
Sen şuradan iki kilo patates, iki kiloda soğan tartıver.
-Hemen
abla. Sizin bir isteğiniz var mı abla?
İnce,
uzun yüzlü diğer kadın;
-Bana
da yarım kilo soğan, yarım kilo domates ver. Her şey ateş pahası!
Deyip,
burnunu kötü bir kokudan korumak istermiş gibi kaldırıp, ağzını büzdü.
-Buyurun
abla! Bunlar sizin.
-Kolay
gelsin oğlum. Deyip ayrıldılar.
-Sağ
olun. Yine bekleriz.
Sabahtan
beri karşı kaldırıma oturmuş, manavdan alışveriş yapanları ve tezgâhtaki
meyveleri ağızları sulanarak izleyen iki küçük kız; sonunda dayanamayıp
tezgâhın yanına kadar geldi. Elleri, yüzleri kirden kararmış, kısacık kesilmiş
saçları yağdan yapış yapıştı. Yanlarına azıcık yaklaşanların, hemen burnunu
tutacağı kadar keskin, ekşi bir kokuları vardı. Üzerlerinde bulunan eski, rengi
solmuş pantolonun birçok yerinde yama bulunuyordu. Çırak iki kızı fark edince;
-Yine
mi siz? Yeter be! Defolun gidin! Alırım şimdi ayağımın altına!
Çocuklar
korku dolu ve aynı zamanda arsız bakışlarla öylece karşısında duruyordu.
-Kime
diyorum be! Alooo! Hala öğrenemediniz mi Türkçeyi? Kokmuşlar sizi!
-Bir
tane!
Deyip
kapkara tırnaklarıyla elmaları gösterdi küçük kız.
-Oldu!
Başka emriniz? Ulan böyle her gün
birinize acıyıp doyursak, biz ne kazanacağız bu dükkânda? Haydi defolun!
Paranız varsa alırsınız. Yoksa elma da yok! Tezgâhın önünü kapattınız, bakın müşteri
kaçıyor!
Gürültüyü
duyan manav, içeriden seslendi.
-Ne
oldu yine?
-Hiç
ustam. Suriyeliler işte!
-Ne
diyorlar?
-Paraları
yok. Elma istiyorlar. Hani para hani nerede? Para yoksa hiçbir şey alamazsınız
buradan diyorum hey! Hala bekliyorlar
ya. Hay Allah’ım delirtirsiniz adamı!
-Oğlum
ver lan birer elma uzatma!
-Ustam
sen iyi diyorsun, güzel diyorsun da böyle yapmaya devam edersek batarız biz.
-Konuşma,
ver dedim!
Çırak
kıpkırmızı bir yüzle, tezgâhın en gerisinde duran iki çürük elmayı çocuklara
uzattı nefretle.
-Öff!
Bu koku ne be! Sizin gibiler yüzünden sokakta yürüyemez olduk. Yıkanmak diye
bir şey duymadınız mı siz?
Çocuklar
elmaları havada kapıp yokuş aşağı koşarak indiler.
O
ara terzi de;
-
Ben kalkıyorum komşum.
-Oldu.
Hasan görüşürüz.
-Hayırlı
işler.
-Sana
da.
Siyah,
yeni model gıcır gıcır bir otomobil durdu manavın önünde. Telaşla inen adam;
-Acelem
var. Çocuk baksana!
-Geldim
abi. Buyur?
-Bir
kilo muz, iki kilo şeftali, üç kilo erik, bir kiloda kiraz tart. Çabuk olsun.
Çırak;
söylenenleri çabucak hazır edip getirdi. Adam cebinden çıkardığı parayı uzattı.
“Üstü kalsın.” Deyip, bastı gaza. Çırak arkasından sevinçle gülümsedi.
Akşamüzeri,
aşağı taraftan altı çocuk, koşarak gelip manavın önünde durdu. Manav ne oluyor
der gibi dışarıya çıktı. “Buyurun çocuklar?” Çocukların yoksul oldukları
yüzlerinden, hal ve tavırlarından ve masum bakışlı gözlerinden okunuyordu.
Aralarında, bilmediği bir dilde konuşuyorlardı.
-Yavrum
anlamıyorum ki ne diyorsunuz?
İçeriden
koşarak gelen çırak;
-Tanıdım
ben bunları. Çete bunlar. Valla çete!
-Kim
bunlar?
-Gündüzleyin
gelen iki kokarca var ya, onlar söyledi herhalde. Bizi soymaya gelmiş bunlar
besbelli. Arsızlar!
-Dur
öğreniriz şimdi. Ne var ne istiyorsunuz?
Sanki
sağır birine sesini duyurmak ister gibi bağırdı Manav. Çırak sinsi ve bilmiş bir
eda ile gülerek;
-Boşuna
uğraşma ustam. Bilirim ben bunları. Hadi defolun gidin! Geberttirecekler kendilerini en sonunda.
Çocukların
yüzü açlıktan solmuş, her tarafları pislik içindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi
“Bundan
bundan!” Diye elmaları gösteriyorlardı.
-Lan
defolun diyorum size! Dedi, Koca burnu,
sivilceli suratını öne doğru çıkaran çırak.
Çocuklar
hiçbir tepki vermeyince, köşede duran uzun, kalın sopayı eline aldı. Kendisine
en yakın olan çocuğun sırtına sertçe vurdu. Çocuk, acı içinde kıvranarak yere
düştü. Diğer çocuklar bu durum üzerine öfkeyle tezgâhta ne kadar elma varsa
çırağın üzerine fırlattı.
“Durun
durun!“ Diye bağırıp duruyordu çırak çaresizce. Manav, ne kadar uğraşsa da
çocukları durduramadı. O da fırlatışlardan nasibini aldı.
Elmalar
tükenince, çocukların hepsi iğne batmış gibi sıçrayarak kaçtılar. Manav,
hayretler içinde, çocukların ardından bakakaldı.
Çırak
ise; elma darbeleriyle sarsılmış yüzünden çıkardığı şaşkın gözleriyle, donup
kaldı.