Öğretmen
Okulunu neşeli, kıpır kıpır haraketli bir şehirde okudum. Trabzon’da. Trabzon’da
futbola aşırı ilgi vardı. Gençlerin ilgi duydukları biricik spor dalıydı futbol.
Bu ilgi halen devam artarak etmektedir… Benim doğup büyüdüğüm kent Artvin’de,
spor olarak biz güreşi bilirdik. Ortaokulda okurken babası memur olan komşu
illerden gelen bir arkadaşım futbol oyununun çok heyecan veren bir spor
olduğunu anlatmıştı. Anlatısı bana pek ilginç gelmemişti.
İlimizde
düğünlerde, bayramlarda kıran kırana karakucak güreşleri yapılır. Şimdi bile
aynı gelenek devam ettirilmektedir. Hatta kar üstünde bile Artvin’in kurtuluş
günü 7 Martta güreşler yapılıyor. Davul zurna ile güreş havalarının çalınması
bu Ata sporunun sevilmesinde önemli bir etkendir. Güreş havaları çalınırken güreş severler
yerinde duramaz, heyecanla meydana çıkıp bir an önce güreş yapmak isterler.
Güreş havası duyduğum da benim de kalp atışlarım hızlanır…
Trabzon’da, okulun tatil günlerinde cebimde
harçlık olduğu zaman biricik eğlencem sinemaydı. Sinemaları dolanırken şehir
içinde tur atan taksicilerin maça maça diye seslenip stada müşteri
beklediklerini duyardım. Okulda üç yıl boyunca hiç maç izlediğim olmamıştır.
Okulda voleybol ve masa tenisi oynardım.
Okul
bitti. Doğu Karadeniz Bölgemizin sıra dağlarının diplerinde Trabzon’un bir
köyüne atandım. Sahilden uzak, yolu olmayan, okulun bir yıl önce açıldığı bir
garip köyde çalışacaktım. Trabzon, yurdumuzun önemli bir kültür kenti… Her gün
gazete okumak, kütüphaneden yararlanmak, sergileri ziyaret etmek hep olasıydı.
Ve bir elin parmaklarından çok sinema salonlarına sahipti benim en sevdiğim,
şen insanların kenti Trabzon…
Yetmişli
yılların henüz başındayız. Köy her türlü olanaktan yoksun. Yakınımızda bir
nahiye vardı hafta sonları arkadaşlarla buluştuğumuz. Ne gazete, ne kütüphane
hak getire! Okulu açan arkadaşlar bir yıl çalışıp başka ilçeye atanmışlar.
Köyün iki öğretmeni aşırı futbol tutkunuymuş. Köy gençlerine futbolu
sevdirmişler. Futbola ilgim olmamasına karşı gençlerin maçlarına ilgi duymaya
başladım. Yapacak başka hiçbir etkinlik yok…
Hafta
sonları yakınımızdaki nahiyeye gidip arkadaşlarla buluşur zaman zaman da futbol
oynardık. Okulum yamaç bir araziye kurulmuştu. Futbol oynamaya uygun bir alanı
yoktu. Sadece ormanlık bir yerde küçücük bir düzlük vardı. O düzlükte futbol
oynama, spor yapma duygularımızı tatmin edebiliyorduk.
Yetmişli
yıllarda Trabzonspor fırtınası esmeye başladı. Bu fırtına tarif edilecek
cinsten değildi. Takım birinci ligde büyük küçük takım dinlemeden hepsiyle başa
baş mücadele ediyordu. Lige çıkışının ilk yılı Fenerbahçe Takımını kupadan
elemiş, kupa finalinde Beşiktaş’a kaybetmişti. Biz öğretmenler de
etkileniyorduk Trabzonspor’un başarılarından. İyi birer fanatik Trabzonspor
seyircisi olmuştuk. Hafta sonları bir minibüse doluştuğumuz gibi maça
gidiyorduk.
Sene
sonu yaklaştı. Takım liderliği zorlar duruma geldi. Şöyle ki, lider Fenerbahçe ile
aralarında sadece bir puan vardı. Ve Fenerbahçe Trabzon’a gelecekti.
Trabzonspor maçı alırsa liderlik koltuğuna oturacaktı. Hayali bile insana hoş
gelen bir olgu yaşanıyordu ilde.
İlkbahar
yaklaştığında eşimi memleketime götürür tekrar okuluma dönerdim. Eşim
anne-babama yardımcı olurdu köy işlerinde. O yıllarda babamın sürüsü, sığırları
yerli yerindeydi. Aynı mutat olayı yine gerçekleştirdim. Eşimi memlekete
bırakıp hafta sonu oynanacak asrın maçına yetişecek biçimde Trabzon’a döndüm.
Pazar günü maç oynanacak. Aynı biçimde minibüsle gelecek arkadaşlarla buluşup
maçı izleyip okullarımıza döneceğiz.
Benim
kaldığım otel Fenerbahçelilerin aldığı otelden hayli uzaktı. Trabzonspor
taraftarları sabaha kadar Fenerlilerin otelinin önünde davul çaldılar. Amaç
malum. Rakip takımın moralini bozmak, maça uykusuz yorgun çıkmalarını sağlamak…
Sabah
erkenden kalkıp stada yürüdüm. Daha saat 06.00’da bilet satışları bitti.
Arkadaşlarımla buluşamadığım gibi bilette alamadım. Biletlerin çoğunun günler önce komşu illere
satıldığını duyduk. Büyük maç kaçırılmazdı. Maaşımın 1/9’u para ödeyerek kara
borsa bilet alıp stada girdim. Ve saat 09.00’da stadın kapıları kapatıldı. Maç
saat kaçta diyeceksiniz. Başlama saati: 16.00…
Saat
06.00’dan itibaren stattaydım. Uzun söze ne hacet, maç bitinceye kadar 12 saate
yakın süre maç için zaman ayırmıştım. Sonucu söyleyeyim Trabzonspor maçı 1-0
kazanıp liderliğe yükseldi. Kalan maçları da kazanarak futbol tarihimizde ilk
kez şampiyonluğu İstanbul’dan Anadolu’ya taşıdı. Bu olay futbol tarihimizde katkısız
bir devrimdi.
Maç
bitince aynı gün arkadaşlarla buluşup geç saatte köye, okuluma döndüm. Yorgun
argın otururken bir durum muhasebesi yapıp o günkü yaptıklarımı akıl terazisine
koydum. Yarı aç, yarı tok yarım gün sadece simit yiyerek statta zaman öldürdüm.
22 futbolcunun koşuşturmasını izleyerek kendi adıma spor yapmış mı oldum?
Elbette hayır.
İyi
bir seyirci boks seyircisi olacağına, kötü bir boksör ol! Dayak ye! Hayatı
seyretmek yerine in sahaya savaş. Bu sözün çeşitli sürümleri vardır. Aynı
temaya matuflar. Bu sözü o malum yıpratıcı geçen uzun maç izleme gününden sonra
kendime kılavuz ettim. Bir daha maç izlemedim. Ha bu arada sporun dışında mı
kaldım. Elbette hayır. Zaman ve mekân elverdiğince spor, futboldur voleyboldur
ucundan kenarından hayatımın olmazları arasında yerini aldı…