TRT2’de şubat ayının son cumartesi gecesi saat
22.00’da Beyaz Sayfa adlı bir Polonya filmi izledim. Film, bir lisede yavaş
yavaş görme duygusunu kaybeden tarih öğretmeninin dramını işleyen hoş bir
filmdi. 2015’yılı yapımı film özellikle okulla, öğretmenlikle ilgili olduğu benim
için ayrıca özeldi. Farklı ülkelerin okulculuk çalışmaları izlemek bu camiada
saçlarını aklaştırmış birisine merak konusu olması doğaldır elbette.
İzlediğim filmdeki bir görüntü tanımsız
biçimde canımı sıktı. Kısa bir süre gözlerimi kapatıp can sıkıntımı gidermek
için derin düşüncelere daldım. Bu süre içinde sinema ile tanışma serüvenim bir
film şeridi gibi hafızamda canlandı. İzlediğim film ilginç gelişmelerle sürse
bile özgünlüğü hayli azaldı... Filmi izlerken hafızamda sinema ile duygularım
hayli baskın çıkıyordu…
Doğduğum
köyde çarıktan kara lastiğe geçildiğini hayal meyal anımsarım. Hafızamı hayli
zorladığımda 3 ya da 4 yaşımda; annemin mini mini ayaklarıma çarklarımı geçirir,
bağlarını bağlardı. Daha sonra yerli malı Trabzon kara lastikleri çıktı.
İlkokul, ortaokul yıllarımda bütün arkadaşlarım gibi benim de Trabzon kara
lastiği biricik ayakkabımdı.
Köyümüz,
ilçenin beş sınıflı okulu olan büyük köylerinden bir köydür. İlçeye ortalama
iki saatte varırdık yürümekle. Ve ilçeyi ilkokul yıllarında iki ya da üç kez
gördüm. Babam bir günün gecesi ilçede kalıp ertesi günü köye dönmüştü. O gece sinemaya gittiğini anlattı. Sinema
neydi? Üst üste sorular sordum babama. Anlattıkları hiçte doyurucu gelmedi.
Beşinci
sınıfta okuyorduk. Okula sinema geldi diye haber yayıldı. Yabancı amcalar,
öğretmenlerimiz telaşlı koşuşturma içinde çalışırlarken bizleri dışarda
beklettiler. Arkadaşlar arasında sözün ona sinema hakkında bilgisi olanlar
bilgiççe konuşuyorlardı. Nihayet okulun salonuna alındık.
Tarih
kitabında resimlerini gördüğümüz yeni çeri kıyafetli askerlerin görüldüğü bir
tarihi bir film izledik. Öğretmenimiz sinema ve filmin konusu hakkında
açıklamalar yaptı. Büyük köylere ilçedeki sinemacının bazı günlerde sinema
makinesiyle ziyaretler yaptığını da öğrenmiş olduk.
Ortaokul
yıllarım başladı. 60’lı yıllar. İlçemizde bir adet sinema vardı. O yıllarda
haftanın altı günü ders yapılırdı. Buna karşılık çarşamba ve cumartesi günleri ders
süresi yarım gündü. Ve 50 kuruş
bulduğumuz zaman Çarşamba öğleden sonra sinema kuyruğuna girerdik.
Nasıl
anlatayım! İlk izlediğim filmlerde işlenen konuyu yetesiye anladım diyemem. Ortaokul iki, tam Robinson dönemimiz. Haftanın
filmlerini izleyemediğimizde izleyen arkadaşlara “Film de dövüş var mıydı?”
sorusu olurdu. Ayhan Işık, Eşref kolçak, Yılmaz Güney, Orhan Günşiray…
Filmlerinde dövüş sahneleriyle ilk gençliğe ayak attığımız yıllarda
damarlarımızda akan kanın coşkusuna daha da hızlandırırdı.
Öğretmenlerimiz
o yılların revaçtaki sevi romanları yazarları; Kerime nadir, Esat Mahmut Karakurt,
Muazzez Tahsin Berkant… kitaplarını okumamamızı önerirlerdi. Yasak olana ilgi
artar doğallıkla. Önerilmeyen yazarların kitaplarını okuyorduk çoğunlukla. Ve o
romanlardan uyarlanan Ediz Hun, Hülya Koçyiğit gibi artistlerin oynadıkları
melodramları bir farklı ve heyecanla coşkuyla izliyorduk.
İlçemize
Karaoğlan Camoka’ya karşı ve Malkoçoğlu filmleri geldi. İki filmin ilk
gösterimde sinemada oturulacak yer yoktu. Böylece Kartal Tibet ve Cüneyt
Arkın’ı tanıdık. Cüneyt Arkın’ın hareketlerine hayrandık. Ve Çalıkuşu’nu ancak
ortaokul üçte okumak kısmet oldu. O yıllarda son sınıf öğrencileri ders bütün
derslerden bitirme sınavına tabi tutulurdu. Mayıs sonunda dersler biter Haziran
ayı boyunca sınav devam ederdi.
Ve
yazlık sinema uygulamasına geçilirdi ilçemizde de. Köyden ilçeye yağmurlu bir
öğleden sonra döndüm. Şemsiye! Adını
biliyordum sadece. Elbiselerim hayli ıslanmıştı. Çalıkuşu filmi oynuyordu siyah
beyaz. Türkan Şoray ve Kartal Tibet başrolleri paylaşmıştı. Cebimde filme
yetecek para da var. Kaçırılır mı? Elbette hayır. Titreyerek iki saatten fazla
süren; romanına hayran olduğum Çalıkuşu’nu izledim. Köy çocuğu. Yaz mevsiminde
yaylalarda nice yağmurlara, dolulara eyvallah dememişim. Haliyle hasta olmadım.
Trabzon’da
yatılı okudum Öğretmen Okulu’nu. Dar gelirli aile çocuklarıydık öğretmen
adayları. Cephelerimizde çoğu kere karayel, poyraz, keşişleme hangisini
söylense fark etmez rüzgârlar eserdi. Sadece Salı ve Perşembe günleri tam gün
ders yapardık. Haftanın beş günü sinemaya gitmek olasıydı. Mütalaa saatlerinde
derslerimize yeterince çalışabiliyorduk.
Diğer
zamanlar harçlığım varsa tek eğlence sinema salonlarında yerimi alırdım. Benim
gibi sinemasever arkadaşlarım da aynı yöntemi uygulardı. Eğer harçlık yoksa
okul kütüphanesinden aldığımız kitapları okurdum. Kütüphanemiz hayli zengindi.
Bir kadın memur çalışırdı. Silahlara
Veda, Çanlar Kimin için Çalıyor, Doktor Jivago, Diriliş, Kumsalda… daha nice
romanlar...
Anımsadığım
kadarıyla Trabzon’da altı adet sinema salonu vardı. Okulun ilk yıllarında yerli
filmlere kaçırmazdık. Bir matinada çift film oynatılırdı. Yerli filmlerde
alkış, bağır-çağır eksik olmazdı. Zamanla sanat anlayışımız olgunluğa evrildi.
Trabzon’un elit kesiminin, öğretmenlerimizin izlediği birinci sınıf sinema
salonlarının müdavimi oldum.
Köy
öğretmenliği yıllarımda kentin sosyal olanaklarından uzak yaşamanın dayanılmaz
iç sıkıntıları hiç yakamı bırakmadı. Okulun ve İl Halk Kütüphanesi bulutlar
kadar uzaktı. Sinemaları da ancak yılda bir elin parmakları kadar ziyaret
edebiliyordum.
Yıllar
evet yıllar sonra elektrik girdi köylere. Ancak televizyonlarda sinema, film
izleme olanağına bulmaya başladım. Dönelim Beyaz sayfa filminin canımı sıkan
sahnesine:
Filmin
başrol oyuncusu Tarih öğretmenimiz kaybolan görme yetisinin acılarını
öğrencilere, okul yönetiminden saklıyor. Bir taraftan da öğretmenlerin müzmin
sorunu ekonomik sıkıntılarla savaşım veriyor. Sınıfta çekilen bir sahnede
ülkemizi de içine alan siyasi bir harita sınıf duvarında asılıydı.
Polonya devletiyle ülkemizin bildiğim
kadarıyla karşılıklı saygıya dayalı iyi ilişkiler var. Harita öyle
söylemiyordu. Ülkemizin öncelikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi olmak üzere büyük
bir bölümü farklı renkle gösterilmişti. AB’ye henüz giren Polonya AB’nin
emperyalist politikalarını nasıl da benimsemişti. Kimlik siyaseti uygulamayıp
Yugoslavya’da büyük acılarla 7 devlete bölen AB’nin kirli politikası Polonya
okullarında kullanılan bir bayrakta bile sırıtıyordu.
AB’nin
ülkemiz içinde hayırlı düşüncelerinin olmaması Polonya özelinde bile
gözlemlemek ulusların barış içinde yaşama arzusundan ne kadar uzak olduğunu
görmek çok acı… Savaşın insanlık için bir yıkım olduğunu Ukrayna-Rusya arasında
yaşanan haydi savaş demeyelim adını, arbede de görüyoruz. İnsanlık için güzel
günler görmek için makbul çareler var elbette. Tüm dünyada okul müfredatlarına
savaşların salgın hastalıklar örneğin korona gibi bir afet olduğu konulu
dersler konmalı. Ve müfredatlar dünya halklarının barış içinde yaşamasını
önceleyen ders sayılarının artırılması gibi uygulamalara tez elden başlanmalı. İşte
zaman barış içinde özgürce sanat yapmak sanat yapıtlarını izlemek olanaklı
olur. Ütopik değil görüşüm. Uzayın derinliklerini keşfe çıkan insanlık barış
içinde yaşamayı varılacak hedef olarak seçerse savaşsız bir dünya niçin
kurulmasın…