‘’senin için şiir yazacaktım İstanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda
atlarla?
rakı içebilir miydi Samatya’da
bir şiir uyur muydu kuş gibi
başını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir şiir neydi sanki
ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar
sevdim
bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun
İstanbul?’’(Didem Madak)
Hem de nasıl hem de
nasıl ucu yanık kelamın dürtüsünde saklı izdiham ve sen, şiir nelere kadirsin
insafsız olsan da gün yüzü gördüğüme dair bir kandırmaca ne zamanki silik
izinde kalemimin nidalar yağdırsam şiir adına…
Önce genzi
tıkalıdır boş sayfanın da bir aldatısı iken şiir esen rüzgâra öfkelidir o boş
sayfa ve uçuşan saçlarıma el değdirmeden taradığım kadar kâkülümü incecikten
bir şiir yağar gizemin tetiğinde iken parmağım ve kâbuslar gördüğüm gözüm açık,
yağan yağmurun da saltanatını sürdüğüm sebepli sebepsiz arayışlarım…
Bir şiir ne midir?
Bir şiir giderir mi
sıkıntımı?
Hep mi terbiyeli ve
sakindir o şiir hani yazmaya cesaret edemediğim öncemde şimdilerde şiirin
esaretinde usulca göçüverdiğim kıyamet öncesi gıybet sonrası, alı al moru mor
dizelerin efkârına başımı gömdüğüm rahat bir yastık ve rahat vicdanımla ansızın
ölüvermeyi şeref saydığım.
Kâh hükümlüdür şiir
kâh hükümsüz her kaybın gardını aldığında kalem ve ıssız yollarda sabahlarken
başıboş imgeler ve işte tüm suretlerin ve tüm surelerin eşliğinde bir aile
meclisi toplanmış iken şiirin bayrağı altında sudan sebeplerle değil de asla
sulusepken duygularımın ikramı ve itibarıdır yazmaya durduğum her şiir.
Rengi olmasa bile
şiirin…
Ve de cinsiyetsiz
iken her şiir.
Ne kibirli ne
sıradan ne de öfkeli…
Tozu dumana katmak
adına değil tuz buz olmuş sözcüklerin ibresi, bak nasıl da şiiri göstermekte,
azizim.
Kül yutmuş.
Kül bastı…
Külliyemde de saklı
iken külünden doğan her şiir.
Ve uçuşan tül
misali yarı saydam şiire serildiği kadar mıntıkamda iken de her duygu varsın
misilleme yapsın nice imge kesif bir sessizliği sonlandırıp şairin ve kalemin
coşkusuyla surlara serili sırlar misali…
Şiirin öncesi var
mıdır peki ya, ne kadardır ömrü ve mademki zimmetli şairin kalbine, kabrine
koşan bir tazı gibi bir tay gibi, ay yüzlü gecede önce dizini kırar şair sonra
kalemini ve kanattığı kadar cihan şairin yüreğini, en kanamalı imge ile coşar
kalem en kanamalı nidada soluksuz kaldığı kadar neferi iken sözcüklerin ve işte
şiir nasıl da ansızın dolar.
Dolduruşuna geldiği
değil.
Dolu misali yağan
nimete.
Bereketi ile kaderi
ile ve şansı ile de doğar mademki her çocuk ve şairin künyesinde anne yazar,
bağrına bastırdığı hüznüne temel atar ve inşa eder geçmişini geleceğini ve
berat eder duygular batırır da dikenlerini kendine şair kâh gül mizacıyla kâh
karanfil ve ağıtlar yaktığı kadar dününe yağmalansa bile sözcüklerin ve
insanların nezdinde soldan başlar saymaya ne de olsa şifresini bilir sol
anahtarının ve de açtığı kadar her kapıyı sağdıcı iken kalem şiir nuruyla doğar
nuruyla ölür ta ki yeni bir şiir yazana değin…
Islık çalan ilham.
Peşi sıra ruhuna
konan melekler.
Iskaladığı kadar
hayatı ve mutluluğu…
Şiir nelere nelere
delalettir ta ki şair ruhunu şeytana satana değin ne de olsa bir kere baştan
çıkmıştır kalem ve alışmak kudurmaktan beter yine de sona doğru ölüme doğru
koşarken kalem şair son defa konar en tepeye ve indinde sonsuzluğun bilse de
şiirin kanında boğulduğunu, keser damarını şiirin kanayan imgenin tadına vakıf
ısrarla çalar kalk borusu ucunda ölüm olsa bile bir şiirden daha yeniden medet
umar kumpasında ilhamın kurada çekilen fiş gibi fişini de çekti mi kalemin şair
ve geride ne şiir kalır ne hüzün ve de tüm dağlar yıkılır aşkın askısında
sırıtan bir ölü düş gibi mecrasında kaybolduğu kadar şairin de medet umduğu
iken yazmaya durduğu binlerce şiir…