‘’Oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
Herbiri başka başka
Acılar başka başka
Her günkü sözler, her günkü konuşmalar
Aynı plaklarla aynı şarkılar
Tutmuyor hiç birbirini
Ve
Mutluluk
Bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.’’(Alıntı)
Öncemde ne mi saklıdır, hafız varsın duymasınlar yine de
söyleyeceğim ikiletseler de ikiletmeden mademki seviyor ve yazıyorum varsın
mübalağa etsinler taşlasınlar ruhumdaki simyacı var ya bir de dönmeyen yangın
misali örtüştüğüm külüm mademki daracık bir leğende açabilen çelimsiz bir gülümdü
öncemde saklı künyemde saklı ve öncem…
Tamam, tamam, hafız:
İkna edemesem de eşrafı söylemektir vazifem.
Önce külliyeme sığındım mezar sessizliğinde devasa bir oda
nicedir kulp takanların isyanı ve işkencesi bense yaralı bir mahkum misali dört
duvarın da temsili resmi beynimde programlı sistematik bir yalnızlık ve
uğultusu sessizliğin ansızın da bastırmadı mı yağmur ve işte şerh düşülesi bir
zemin, yerin ayağımın altından kaydığı…
Bedenime çektiğim falaka ve bedenimi ihraç ettiğim cihan
görünmez bir kıble bildiğim o devasa oda derken sessizliğin sonlandığı ve
ruhumun gölgesinde solmaya dair çiçekler en çok da kendim iken bir çiçek
dikenlerimin dahi solduğu oysaki son tutamağımdı hayata.
Derin dondurucuda geçmişken yıllarım ve çöl sıcaklığında
hissiyatım çöl misali ayağımı yakan kumun aciz varlığı oysaki bendim aciz olan
ve güçsüz addedilen ve işte o gün tam da o gün başladı masalım.
Peri kızı mıydım yoksa Kadı kızı mı?
Varsa yoksa bir muallimin ilk göz ağrısı ve çöken avurtlarım
ve içimde dinmeyen yangın.
Vurulmuştum alnımın tam da ortasından ama kan kaybından
ölmeyecektim varsa yoksa hissizliğin zulmü dünyayı dar edenlerin geniş mezhebi
bense enginlere kulaç açan ve dünümü gömüp günümü de öldürmelerine izin
verdiğim kuru bir çöl çiçeği mademki emir de büyük yerden:
‘’Önce oku’’ diyen Huda.
Şimdi sıra ölmeye gelmese de bedenim hissiz ruhum durgun
yüreğim nefti ve nemli ve küflü bir var oluş sancısı.,
Şairin de dediği gibi:
Bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
İki kaktüs gibiyiz Cemal’le ben
Kendi çöllerimizden koparılmış.
Cansever’in Cemal’i benimse yalnızlıkla örülü dünyam ve nasıl
da görgülü bir yalnızlık.
Başka başka pencerelerden baksak bile…
Bitiminde günün mademki devreye giren kanlı ve karlı bir
gece…
Himayesinde kaderin, esefle sökülen eteklerim ve çöldeki ayak
izim yoksa ben çöl çiçeğinden ziyade öl/gün bir gül müydüm de dikenlerim hala
yakıyordu canımı?
Mutluluk ne ki, hafız?
Ne öncem ne günüm ne de sair güncem.
Köpek olduğum kapısına hayali gölgemin değil mi ki zerresi
değildi umurumda…
Mutluluk ne miydi, hafız?
Belki öncemde ta başta tattığım, çocuk aklım çocuksu
sevdalarım ve çocuksu yanılgılarımla her insana k/andığım.
Aklın hutbesi.
Sözcüklerin de kubbesi.
Masalımı ise çoktan yazmıştım ve koyduğum o nokta ama…
Nasıl da nasıl da yanılmıştım:
Asal bir sayı yoksa asil mi demeliydim?
Ya da asi miydi içimde sonlanmazken söylemi çocuk kalbimin ve
mateme büründüğüm ve mutluluğun mutlak varlığı kimyamda dinmez coşku ve sevgi
ve ötesiz düşlerim yetmedi ötekileştirenlerin acı veren yalancı yüzleri…
Bir sure iken umudun yankısı…
Ruhumun da sureti iken sureti kati inandığım cihanın fevri
yalanları…
Sen söyle o halde hafız:
Neydi mutluluk?
Ne Cansever’im ne Süreya ama içimde de sonu gelmez bir coşku
ve ilham ve yazma isteği mademki mutluluk buydu:
Söyle hafız, haksız mıyım?
Alabildiğine mutlu ve coşkulu ne zamanki yolum bir şiire
düşse başım dik başım düşmeden öne yaşamışlığın idraki ve ilhamı ve itibarı
eksik etmediğim kadar evrenden kendimle olan yolculuğumda sonuna kadar saklı
tuttuğum ilham ve erdem…